Yakıcı bir sorun olarak ülke ve dünya gündeminde yer alan göç, mültecilik ve göçmenlik konularını edebiyat içerisinden işlemiş bir kitaptan bahsedeceğiz: Onca Yoksulluk Varken.

Orjinal adı “La vie devant soi” olan “Onca Yoksulluk Varken” adlı roman, Vivet Kanetti tarafından dilimize çevrilerek 2009’da edebiyat dünyamıza kazandırılmıştır. Romanın içeriğine geçmeden önce yazarının kim olduğuna ve kitabın ilginç hikayesine değinmek gerektiğini düşünüyorum. 1975 yılında Fransa’nın en prestijli ödüllerinden olan Goncourt Ödülüne layık görülen eser, Emile Ajar tarafından değil de aslında Romain Gary tarafından yazılmıştır. Onca Yoksulluk Varken, Romain Gery’nin Emile Ajar müstear ismiyle yazdığı romanıdır. O dönemin önde gelen edebiyat eleştirmenleri, “Romain Gary bitti” ya da “Romain Gary tükendi, artık kendisini tekrar ediyor” eleştirileriyle Romain Gary’nin üzerine gelirken, o bu söylentilere kulak tıkadığı gibi artık kitaplarını da Emile Ajar ismiyle yayımlamaya başlamıştır. Kitaplar satış rekorları kırmaktadır. Edebiyat eleştirmenleri sonraki romanlarında Romain Gary’nin kitaplarındaki tadı fark ederler, ama itiraf edemezler. Daha önceleri “Romain Gary bitti” demiş olduklarından, Emile Ajar’ın, Gary’in yeğeni olduğu iddiasını öne sürerler.

onca gary varken

Gary ise, “kendisinden daha büyük bir yetenek ve dehaya sahip” olarak kabul edilen Ajar hakkında, “Değerli eleştirmenlerimizin takdiri bu yöndeyse, üzerine söz söylemek benim haddim değildir,” demekle yetinir. Gary bu eseri ile hayatı boyunca bir yazara sadece bir defa verilen Gongourt Edebiyat ödülünü hem kendi ismiyle hem de Emile Ajar müstear ismiyle iki defa kazanmıştır. Fakat daha sonra bu ödülü etik olmadığı için kabul etmemiş ve avukatı aracılığı ile geri çevirmiştir. İntihar edene kadar bu durumu gizli tutmuştur. 1980’de yaşamına son veren yazar, “Çok eğlendim, teşekkürler. Hoşçakalın.” notunu bırakarak hayata karşı duruşunu bu kısacık cümleler ile özetlemiştir.

Roman, Momo isimli Müslüman Arap bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Ama Momo’nun anlatımı ne bir çocuğunki gibi düz ve sade ne de büyüklerinki gibi karmaşık ve ağdalı. Mekan ise II. Dünya Savaşı’ndan ve işgalden yeni çıkmış olan 1950’li yılların Paris’inin arka sokakları.

Yaşadığı ortam ve zorluklar nedeniyle erken büyümek zorunda kalan hatta kitabın bir sayfasında tam dört yaş birden büyüyen bir çocuktur Momo. Aslında yazar göçmenlik ve dışlanmışlık temasına vurgu yapmak istemiştir seçtiği karakterleriyle. Fakat yazar bu kadar can sıkıcı bir konuyu öyle iç karartan bir üslup seçerek değil de, anlatımı çocuk dili ile ve çocuğun o büyülü dünyası üzerinden vererek okur üzerinde derin etkiler bırakmayı hedeflemiş ve bunu da başarmıştır.

Romanın diğer önemli kahramanı ise bir kadın, Yahudi asıllı Madam Rosa. Auschwitz toplama kampından kurtulduktan sonra Paris’te fahişelik yaparak hayatını kazanmıştır. O dönemde fahişelerin çocuk bakmaları yasak olduğu için doğan çocuklar ortada kalmaktadır. Yaşlandıktan sonra evinde fahişelerin çocuklarına bakarak geçinmeye çalışan Madam Rosa için, Momo’nun apayrı bir yeri vardır. Madam Rosa’ya üç yaşındayken bırakılmıştır Momo ve babası, onun Arap kültürüne ve İslam geleneklerine göre büyütülmesini istemiştir. Madam Rosa söz verdiği gibi onu Müslüman olarak yetiştirmektedir. Romanda Momo ve Madam Rosa arasındaki ilişki anne oğul arasındaki ilişkiden daha da öteye geçer. Sevgide emek, bağlılık, paylaşmak, vefa gibi kavramları sorgulamamızı sağlayan bir kitaptır Onca Yoksulluk Varken.

Momo’nun baba boşluğunu ise eskiden halıcılıkla uğraşan Mösyö Hamil doldurmaktadır. Mösyö Hamil de Müslümandır. Momo’nun hem Madam Rosa hem Mösyö Hamil’le yaptığı sohbetler dönemin Fransa’sında göçmenlere nasıl yaklaşıldığı ile ilgili bize bilgi veriyor ve çıkarımlar yapmamızı sağlıyor. Özellikle Madam Rosa ile ilgili bölümlerde Nazi döneminin Yahudilere olan etkileri görülüyor.

Kitabı okurken Momo’nun üslubundan keyif alsak da alt katmanlarda okuyucuya aktarılması istenen mesaj yerini buluyor ve yazarın tam da istediği şey oluyor. Yalnızlığı, yoksulluğu ve ötekileştirmeyi sorgulamaktan ve bunu yaparken de hüzünlenmekten kendimizi alamıyoruz. Roman günümüz ülkelerinde de var olan mülteci olmak ve göçmenlik sorunsalına dikkat çekmesi açısından da önemlidir. Momo’nun çıkarımları insanları kendinden olmayanların da varlığını fark etmeye itiyor. Onlarla daha yakından ilgilenmeye, onları yakından tanımaya, anlamaya ve sevmeye çağırıyor bizi.

Momo’nun bize aktardığı sözler birer aforizma niteliğindedir. Bu sözlerden birkaçını paylaşarak sonlandırmak istiyorum yazıyı:

“Moraliniz bozuk oldu mu da güzel şeyler hep daha güzeldir. Bunu sık sık fark ettim. Gebermek istediğiniz zamanlar, her zamankinden daha güzel olur çikolatanın tadı.”

“Mösyö Hamil, yaşamın kutsal kitabında, insanlığın sadece bir virgül olduğunu söyler, yaşlı bir adam bu denli hıyarca bir söz ettiği zaman da benim buna ekleyecek hiçbir şeyim kalmaz. İnsanlık bir virgül değildir, çünkü Madam Rosa Yahudi gözleriyle bana baktığı zaman bir virgül değildi, kutsal kitabın tümüydü belki, ben de artık bu kitabı görmek istemiyordum.”

“Mösyo Hamil, sözcüklerle, insan öldürmeden, her şeyin yapılabileceğini söyler.”

“…Umut, Madam Rosa ya da Mösyö Hamil gibi yaşlılarda bile en baskın gelen şeydir her zaman. Çılgınca bir dalga…”

“Beni kanıtlayan hiçbir şeyim yokken, nasıl olur da Momo ve Müslüman olarak tanınıyorum, Mösyö Hamil?”

Kitap yeni bir kitap değil. Belki birçok okur bu kitaptan haberdar olmuştur. Roman bir dönem tiyatro oyunu olarak da sahnelenmiş. Ama yine de okumayanlar için şunu söylemeliyim ki, okurken hem keyif alacakları hem de kendilerini sorgulayacakları ve belki de bakış açılarını değiştirecekleri bir roman, hatta uzun öykü de sayılabilir Onca Yoksulluk Varken.

Gülay Gökçen