ck-1

Farklı bir başlık vermek istemedim yazıya. Daha iyi bir isim bulamadığım için. Cemil Kavukçu son öykü kitabı “Balyozla Balık Avı”nda iyi kurulmuş, akıp giden, hep bir merak duygusuyla okunan on iki öykü sunuyor bize. Kitaba adını veren ilk öykü, köye gelen bir şehirlinin köyle ilgili izlenimleriyle başlıyor. Başta neden orada olduğunu anlıyoruz:

“Bu mayıs öncekilere benzemiyor. Karanlık, puslu, sıkıntılı kış ayları, içkili-borçlu günler, birkaç iyi insanın dışındaki seviyesiz ilişkiler geride kaldı; köydeyim sonunda. Bütün bir yazı ve yaz sonunu tezek kokusunu içime çeke çeke, bana sabrı öğreten toprakla haşır neşir geçireceğim. Güçlenmek için ruhumu uzun bir tatile çıkardım.”

Sonrasında köydeki insanlarla diyaloglar giriyor öyküye. En sonda Ramazan Dayı’nın anlattığı hikayenin anlatıcıya gördürdüğü rüya yer alıyor. Bir tür gerçeklik sorgulaması seziliyor bu öyküde. Bu öykü bana J. D. Salinger’in “Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün” öyküsünü hatırlattı.

“Anma Arkadaş” öyküsü, dostluğa ve arkadaşlığa dair çarpıcı, duygu dolu bir öykü. Bu öykünün sonunda da yine bir sürpriz gizli.

Ardından gelen “Atbaba” öyküsü kıyıda kalmış bir insan öyküsü. Bir uyumsuz, dükkan komşularının arkasından söylediği adıyla “Bezzaz Tekfar”, üstelik tek gözü vardır.

“Yalnızca sol gözümle görebiliyorum, dedim. Tek farla idare ediyorum yani. İki far da olsa görülecek ne var ki?”

Gözlerimiz midir gerçekleri görmemizi sağlayan? Bu soruyu sorduruyor, bu öykü.

Benim en çok beğendiğim öykü “Elifba” oldu. Emin’in Kuran kursuna başlaması, korkuları, ondan büyük olan Nusret’in haylazlığı… Karakterler o kadar canlı ki, çok farklı özelliklere sahip olmalarına karşın insan hepsine yakınlık hissediyor.

“O’lum, demişti Nusret, benim aklım hep dışarıda olduğundan kendimi derse veremiyom. Emin ona çok özeniyordu ama istese de Nusret gibi olamazdı. Çünkü o hiçbir şeyden korkmuyordu. Sopa yemediği ders yokmuş, öyle demişti. Hem de gülerek söylemişti bunu. Çünkü çocukların “sopa” dediği Atiyanım’ın ince uzun değneğiymiş ve başına indiği anda sinek konmuş gibi oluyormuş, babasının kötekleri yanında hakketen sinek vızıltıymış.”

Böyle akıp giden, beni arada gülümseten bir öykü “Elifba”. Sanıyorum çocuk dünyasını anlattığı ve bunu çok başarıyla yaptığı için. Kavukçu bu kitabında, çocuk, yaşlı, kadın, erkek dünyasına eğiliyor ve bu farklı dünyaların derinliklerinde gezdiriyor bizi, korku duygusunun, gerçek ve rüyanın egemen olduğu öykülerle sesleniyor bize. Bu öykünün sonunda da bir rüya var.

“Özel Gün” öyküsü, adı gibi biraz farklı. Bir lokalde buluşan iki arkadaş ve yine orada bir araya gelen yaşlı insanlardan oluşmuş bir grup. Yine bu öyküde de “korku” duygusu ağırlıkta. Gençlerin korkuları ağır basıyor gibi. Hatta bir yerde gençlerden biri “Onları kıskandım, iyi mi?” diyor, “Herifler bin yaşına geldi hala bir araya gelip rakı içebiliyor.” Yaşlılık bir tür özgürleşme olabilir mi?

“HE” öyküsü, adını, Ulviye Hala’nın kocası Hidayet Enişte’nin karısının söylediği her şeye “He” deyişinden alıyor. Burada bir başka oyun da gizli. Ama ben söylemeyeyim onu. Sonrasında anlatıcının, çocukluğundan itibaren kendi gördüğü Hidayet Enişte’yi dinliyoruz. Ona göre, kimse bunu kabul etmese de kördür Hidayet Enişte.

“Çocuktum ama etrafımda olup bitenin farkındaydım. Bir keresinde bundan anneme söz ettim de, gözlerini devirerek. “Tövbe”, dedi, “sakın bir daha söyleme, Allah’ın gücüne gider sonra.” Cadaloz halama dayanan, onun kahrını çeken bu adamın mekanı cennetmiş, öyle demişti annem. Sonraki yıllarda bu “He” nin kendi buluşu bir savunma ya da korunma biçimi olduğunu anlamıştım.”

Ve böyle devam ediyor öykü, çocuk ve yetişkin gözüyle anlatılıyor Hidayet Enişte. Öykünün sonunda yine “He” vardır. Ama bu sefer Hidayet Eniştenin “he” si değildir bu.

Yedinci öykü “Kuşun Kanadındaki”. Bu öyküde Kavukçu bir kadın hikayesine götürüyor bizi. Kadının, alkolün etkisiyle “karakter oyuncusu ve her şeyi anlayışla karşılayan çağdaş kadın Esra” olmaktan çıkışı. Bu durum aralarında bir ilişki olduğunu anladığımız Hakan’ın tutumları üzerinedir. Hakan’ı da şu sözlerinden biraz olsun tanıyabiliriz:

“Bana da ne! Oğlum, Esra ile uğraşmaktan bıktım artık. Günü gününe tutmuyor. O kız hasta ya. Kavga etmediğimiz an yok. (…) Zamk gibi yapıştı bana.”

Söylenmeyenlerin, yüz yüze konuşulamayanların abartılı yansıması olabilir mi bu?

Küçük Rastlantılar, dört küçük öyküden oluşuyor. “Ceviz”, “Pırasa ve Şarap”, “Saç Çıkaran Mucize” ve “Ramazan Eğlenceleri”.

“21. Cadde” yine yaşlı bir adamın hikayesi, 21. Caddeyi arayan ve bir genç adam tarafından oraya götürülen ama kendi 21. Caddesini bulamayan bir adamdır bu. Mekanlar bizimle birlikte yaşlanıyor diyor sanki bu öykü.

“Dışarısı” öyküsü yine bir çocuğun gözünden gerçeklik sorgulaması. Kısacık ancak vurucu, nefis bir öykü.

“Bir An ya da Her An” için öyküsünde hastanede yatan yalnız bir adamın olmayan bir aynada beliren karısıyla hayali konuşmalarına tanık oluruz. Kadın, ameliyat sonrası bir gün ve gece yanında kaldıktan sonra aramamıştır bile. İyilikle, heveslerle başlayan bir ilişkinin katılaşmaya, giderek aldırış etmemeye dönüşmesi Kavukçu’nun kaleminde yine karakterlerin duygu durumlarına bir tür röntgen çekimiyle aktarılıyor sanki. Bu öykünün sonunda da bir rüya yer alıyor.

Kitabın son öyküsü İprik, bir önceki öykünün devamı gibi. Bu öyküde diğer öykülere sızan rüya tüm öyküyü dolduruyor. Bir kirpi hikayesi bu. İçinde oyunlar da barındırıyor.

Balyozla Balık Avı’nda yer alan öykülerin tümü rüyayla gerçek arasında, ama sinemasal anlatımın dorukta olduğu, eğlenceli, bol oyunlu öyküler.

Eylem Hatice Bayar