Sevgili Edip Cansever,

Zaman içinde birkaç söyleşinize denk geldim. Bunlardan biri de Ahmet Oktay ile yaptığınız. Bu söyleşide umutsuz olmadığınızı, hayata umutla baktığınızı söylüyorsunuz. Oysa neden şiirleriniz böylesine iç karartıcı? Neden pencereden gökyüzüne bakan birine kendini aşağıya bırakma hissi veriyor? Neden içimizde acıyan bir yere üflemesini bekliyoruz sanki birilerinin? Siz ne kadar umutsuz olmadığınızı söyleseniz de hem şiirleriniz hem de mektuplarınız ne yazık ki sizi ele veriyor. Ne diyordunuz Erdal Öz’e yazdığınız mektuplardan birinde: “Biz belki de dünyaya bunun için geldik: bir drama katılmak! Ödevimiz bu, kim bilir…”

Diyelim ki şiirlerinizde umutsuzluk hâkim olsun istediniz, personalarınızı da bu yöne siz ittiniz. Şiirlerinizde olduğu gibi mektuplarınızda da yeni kişilikler, maskeler yaratarak yazdığınızı düşünmüyorum. Bu yüzden hayata umutla bakan biri olmadığınız aşikâr.

Sizinle tanışmam lisenin son senelerine tekabül ediyor. Her liseli gibi solculuk oynadığım dönemler yani. Sırtımda asker yeşili bir parka. Marx, Engels, Lenin sadece isimlerden ve posterlerden ibaret. Ne birinin bir kitabını okumuşum ne de düşüncelerini biliyorum. Aklımda ve gönlümde daima Nazım Hikmet, Ahmed Arif dizeleri. Sizden de hiç kuşku yok ki Yerçekimli Karanfil şiirinizin “Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele.” dizeleri gönlüme yoldaş oluyor ve direncime direnç katıyor. Diyeceksiniz ki böylesine lirik bir şiir, devrimcilik oynayan bir çocuğa nasıl olur da yoldaş olur? Ben ve benim gibi düşünen gençler, o zamanlar ne okusak bizlerde devrim yaratıyor sevgili Edip. Elimizin değdiği yer bize umut, devrim, bize direnme oluyor. Sonra sonra anlıyorum aşkın en büyük devrimcilik olduğunu. Sonra sonra anlıyorum kendi devrimini gerçekleştirebilmek için aşka ihtiyacımız olduğunu. İşte sonra durmadan âşık oluyorum. Sonrası mı? Dostunuzun dediğine kulak verelim: Sonrası iyilik güzellik.

Edip Cansever

Aynı dönemlerde yaşasaydık hiç kuşku yok ki sizinle arkadaş olmak isterdim. Olurduk da. Bu arkadaşlık şiirin dışında bir yerde olurdu. Bir parkı beklerdik birlikte. Bir bankta yitirirdik aklımızı. İstanbul’da, bir vapurda, sanırım bu Beşiktaş-Kadıköy vapuru olurdu, martılara simit yerine parmak uçlarımızı koparıp atardık belki. Ne bileyim belki de terimizi kiralardık mevsimlere. Uzun uzun susmayı ödev ederdik en çok da ama. Bazen bir çocuğun gülüşüne de misafir olurduk. Evet, bunu yapardık mutlaka. Bir an olsun umudumuzu diriltirdi bu durum. Sonra yine gider fahişelerin cirit attığı sokaklarda gezdirirdik kaypaklığımızı. Diyarbakır’da, evlerin delik deşik duvarlarında arardık kendimizi. Şaşkın bir rüyaya yatardık bazen sizinle. “Sonuçta, uykuda yaşanmış şeylerin anısını uyanıkken yeniden yaşamanın şaşkınlığını hissetmek yetiyordu sana”[1] Biz sizinle arkadaş olsak, yalnızlığımızı büyütürdük her gün.

Sizi okurken kafamda hep yalnız bir şair canlanıyor nedense. Sizin “yalnızlık tanrılarınız” var biliyorum. Ancak sizin yalnızlığınız birçoğunun yalnızlığı gibi değil. Daha çok bilinçli bir yalnızlık o. Bu yalnızlığın içini elbette kentlilik sıkıca doldurmuş durumda. Ama kentliliğin sıkıca doldurduğu yalnızlıktan ayrıldığımızda da yine sizdeki yalnızlığın bilinçli olduğunu ve haliyle sizin tercihiniz olduğunu düşünüyorum. O kadar sene antikacılık yapmanız ve şiirlerinizdeki bitip bilmeyen arayış arzusu, her seferinde varoluştaki mekân arayışına götürüyor beni. Kendinizden kaçtığınız yerde nedense hep kendinizi buluyorsunuz ve kaçmalarınız hiç son bulmuyor bu şekilde. Hep bir kaçış ve yetişememe durumu söz konusu sizde. Ne kadar kaçsak da kendimizden, dönüp dolaşıp geldiğimiz yine kendimiz değil miyiz sevgili Edip?

Sizlerden bize, yani günümüz şiirine bu miras kalmış gibi. Günümüz şiirinde de bu arayış ve kendinden kaçış sıkça denk geldiğimiz, hatta benim de sığındığım bir metafor. Öyle ki affınıza sığınarak, yazdığım bir şiirden örnek vermek isterim: “çıkmam lazım bu benden / çıkmam ve bir daha geri dönemem // eski bir olmaza açtım gömüdümü”

Sizin o odanızda neler vardır kim bilir? Eski zamanların genişliği mi? Her cumartesi çocuğunun kemiğini aramaya çıkan bir annenin çağı mı? Gözleri mi? Bakışı mı? Bekleyişi mi o annenin? Size Şükrü Erbaş gibi sormak istiyorum şu soruyu ve onun sesiyle: “Herkes türküsünü kendi sesiyle söyler / insanın dili boynuna kement olur mu? // Öldürmeğe ekinlerden başlayan adamlar / eşiklere nasıl bir zulümle gelir?”

Buralarda havalar sizin oralar gibi sevgili Edip, her gün yeniden birileri toprak atıyor üzerimize. Güzel, geniş kirpiklerimizi avuçlarımıza döküyor buralar bizim. Gövdemizden başkasını sevmemize izin vermiyor buralar. Durmadan kendimizi seviyoruz ve bilmiyoruz başkasını sevmenin yüceliğini. Sevgimizde de sadece biz varız, ölmemizde de sevgili Edip. Durmadan küçük evlerimizde, bulduğumuz bütün pencereleri tabut gibi üzerimize kapatıyoruz. Sırtımızda büyüyor her gün vazgeçmekten korktuğumuz hırslarımız. Kendimizden kocaman konaklar yapıp dikiyoruz önümüze. Babalar her akşam eve mahcup gözlerle dönüyor. Çocukların dillerinde savaş, eviçlerinde oynanan bir oyunun adı. Televizyonlar durmadan kötülüğü serpiyor avuçlarımıza. Durmadan öldürmenin, katletmenin, tecavüz etmenin normalliğini savunuyor televizyonlar. Buralarda erkekler daha erkek, sevgililer daha sevgili, kocalar daha koca, babalar daha baba maalesef sevgili Edip.

Buralarla sizin orası arasında sonbahardan direkt ilkbahara geçiş gibi olağanüstü güzel bir fark var yalnız sevgili Edip. Siz bütün bunları göremezken, biz tüm bunlara her gün yeniden şahit oluyoruz.

Biliyor musunuz sevgili Edip, “Umutsuzlar Parkı” umutsuzlar bekleyişine döneli çok oldu.

O kadar sıkılıyoruz ki sevgili Edip, bu sıkılmalarımız sonucunda umarım ortada sıkılmak diye bir şey kalmaz.

Bekir Dadır


[1] Êdouard Levê, İntihar, Sel Yayıncılık