Modern Rus Edebiyatı’nın usta ismi Vladimir Sorokin’in, Rus klasiklerini andıran üslubu ile bilimkurgu motiflerini bir araya getirdiği postmodernist eseri “Tipi” bu soğuk ve karlı günlerde okunmayı bekliyor. 

Bir kitabın atmosferi ile içinde bulunduğum fiziki koşulların bütünleşmesi hoşuma gidiyor. Bu her kitap için mümkün olmasa da bazıları, dinlediğim müzik, tercihen ya da zorunlu yer değişikliği veya gelişen hava koşulları gibi etkenlerle iç içe geçerek kendi atmosferini daha derin yaşatabiliyor.

Sözgelimi, iş icabı gittiğim Adana’da, Yaşar Kemal’in öykülerini bir araya getiren Sarı Sıcak’ı okurken eserin, oradaki aşırı sıcak ve yerel motiflerle bütünleşmesinden veya askerliğimi yaptığım Sivas’a götürdüğüm İvan Denisoviç’in Bir Günü (Soljenitsin) eserinin hem askerlikteki tutsaklık halim hem de Sivas’ın kara kışıyla uyum sağlamasından bahsediyorum.

Bu tip “uyumlaşan” okumalarda atmosfer kitaba fon oluşturuyor. Daha iyi odaklanmamı sağlıyor. Bazen bunu sadece bir müzik eseri de sağlayabiliyor. Mesela Faruk Duman’ın Sus Barbatus’unu okurken Grieg’in Peer Gynt süitinin ikinci bölümü (Death of Åse) ile The Revenant filminin ana tema müziğini kaç kere başa sararak dinlemişimdir bilemiyorum. Tek bildiğim, bu tip fiziki koşul-kitap atmosferi uyumlarının hoşuma gidiyor olması.

Bu uyumlaştırmayı doğru zamanda yapmak çok önemli. Bırakın iki yılı, iki gün sonra okusan bu etkiyi yaratmayacak durumlar oluyor. Bu yüzden de atmosfer yaşamayı seven bir okurun bu tip fırsatları iyi değerlendirmesi gerekiyor.

Kitaplığıma şöyle bir baktığımda sırf doğru koşulları bekleyen kitaplar hemen göze çarpıyor. Mesela bir tanesi Puşkin’in Erzurum Yolculuğu; okumasını, pandemi sonrası bir kış vakti çıkmayı planladığım Doğu Ekspresi seyahatine denk getirmeyi düşünüyorum. J.M. Coetzee’nin Petersburglu Usta’sı da bir sonraki kar yağışını bekliyor.

Kar yağarken…

1955 doğumlu Rus yazar Vladimir Sorokin’in Türkçeye çevrilen ilk eseri Tipi’yi de tıpkı Orhan Pamuk’un Kar romanını okuduğum zamanki gibi İstanbul’da karın tipi olarak yağdığı zamana denk getirdim. İstanbul’da tipi, daha ilk sayfadan kendimi karla kaplı bir yolculukta bulmama vesile oldu.

Tabii bir de salgın meselesi var. Geleceğe not düşelim: Tipi’yi okuduğum günler, sadece karın tipi şeklinde yağdığı değil, aynı zamanda salgın hastalık sebebiyle sokağa çıkma yasağının uygulanmaya devam ettiği günlerdi. Kitapta da bir salgın hastalık söz konusu. Elde var iki! Anlayacağınız benim gibi kitap okurken atmosfer yaşamayı seven bir okuru kitabın içine sokacak, hikâyeyi “yaşatacak” koşullar fazlasıyla mevcuttu.

Sözün özü, Sorokin’in Tipi’si için de koşullar, bu uyumu sağlamaya epey uygundu. Kızağın şoförü Perhuşa, doktora, “Dışarıda kar fırtınası çok kötü, beyim,” dediğinde kafamı kitaptan ayırıp bir anlığına dışarı baktığımda hakikaten de öyle olduğunu görmemle kendimi kitabın tam içinde bulmak güzel bir deneyimdi.

Godot’yu bekleyen Dolgoye köylüleri

Hikâye Rusya’da, Dolbeşino köyü civarındaki bir istasyonda başlıyor. Bir taşra doktoru olan Platon İlyiç Garin’in, “Bolivya Karası” adı verilen gizemli bir salgının vuku bulduğu Dolgoye köyüne gitmesi ve insanları aşılaması gerekiyor. Garin’in Dolgoye’ye varmak için ata ihtiyacı var. Ancak yollar kapalı ve istasyonda onu götürebilecek tek at yok.

Garin, civara ekmek taşıyarak geçinen şoför Perhuşa’yı beş rubleye tavlıyor. Ne ki tipi şeklinde yağan kar yolları kapatıyor ve hikâyenin gerilimini besleyen doğayla mücadele süreci başlıyor. Bitmek bilmeyen, uçsuz bucaksız bir bozkırda ilerliyorlar. Kar dolduruyor her yeri.

Dünyanın sonundaki yerde, salgına engel olmak için çıktıları yol hiç de kısa değil. Yolun sonunda aşılanacak insanlar ama yolda da aşılması gereken engeller var. Görev kutsal, doktorluk. Ne ki doğayı alt etmek namümkün. İlerlersin, ama bata çıka. Bu bize hayatı hatırlatıyor: Yaşadığımız zorluklara derin bir öfke duyuyoruz, belki çevremizdekilere zarar bile veriyoruz. Bazen hayat dolu oluyor, bazen hareket edecek halimiz bile kalmıyor ama hep ilerliyoruz.

Baharda sadece birkaç saat sürmesi gereken kısa bir yolculuk, uzadıkça uzuyor ve “bilinmeyenle karşılaşmak” hikâyeyi tuhaf bir hale bürüyor. Doktor Garin, bir an önce hedefine ulaşmak isteyen, bu amacın “bir devlet meselesi” olduğunu söyleyen sabırsız bir Odysseia gibi: “Beni bekliyorlar” diyor ve sürekli ilerlemek istiyor. Ancak bazen durmaları, bir yabancıya konakçı olmaları gerekiyor. Bu sırada dünyevi zevkler, asıl amaca ihanet edebiliyor; gerek halüsinojenler gerekse cinsel dürtüler, olan ile olması gereken arasında ahlaki bir çelişki yaratıyor. Bu da bize insanı insan yapan şeyin bu tip ikilemler olduğunu düşündürüyor.

Klasik ile modern arasındaki sınırlar hayal gücüyle kalkıyor

Tipi ilginç bir kitap. Kapağı ve yazarını görmeden okumaya başlayacak olsanız bir 19. yüzyıl Rus yazarının kaleminden çıktığını sanabilirsiniz. Tolstoy mu yoksa Puşkin mi? Hmm Dostoyevski değil ama Tolstoy, yok yok Çehov! Zira romandaki diyaloglar ve yaratılan atmosfer, bununla birlikte karakterlerin yaşam tarzları, bu isimlere aşina olanlara epey tanıdık.

Vladimir Sorokin

Rus klasiklerindeki pastoral unsurları ve “boşuna mücadele” klişesini çağrıştıran bu kasvetli yolculuk sırasında içe dönen karakterlerin varoluş sıkıntıları ve iç sesleri de peşi sıra geliyor. Hep bir boşunalık hissi yaşatıyor. Ulaşmaya çalıştıkları Dolgoye köyündekilerin ise Godot’yu beklediğini söylemek mümkün. Garin’in “iyilik için” yaptığı çetin doğa mücadelesinde bir boşunalık söz konusu. Ama o amaçları doğrultusunda ilerliyor. Rüzgâra ve akıntıya karşı, kendi yolunda korkusuzca yürümek: “Hayatın anlamı bu işte” diye düşünüyor.

Hepsini bir araya getirdiğimizde Vladimir Sorokin’in Tipi adlı eseri katı sınıflandırmalara açıkça karşı çıkarak nevi şahsına münhasır üslubu ve postmodern teamüllere uygun, özgün bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Bir Rus klasiği değil, başlı başına distopik bir bilimkurgu eseri de değil, romantik bir Rus eseri olduğu kadar gerçekliği çarpıtan fantastik unsurları da var.

Hal böyle olunca da hikâyenin hangi zamanda geçtiğini sık sık düşünüyorsunuz. Bu noktada kendimizi zorlamak yerine metnin iç mantığına ve hatta yer yer mantıksızlığına, saçmaya kapılıp gitmek gerekiyor.

Sözgelimi üslup, atmosfer ve hatta bazı detaylar, -mesela kullanılan uzunluk ve ölçü birimleri- bize 19. yüzyılda olduğumuzu söylerken yazar bir yerde Stalin sonrası dönemden bahsedebiliyor. Hatta bazı fantastik ve ileri teknoloji ögeler bizi bugünden de sonrasına götürüyor. Örneğin yolda karşılaştıkları Asya kabilesi Vitaminderler ile olan münasebetleri ve yolda başka bir zorluk olarak karşılarına çıkan bir devin cesedi, bize hikâyenin distopik bir gelecekte geçtiğini düşündürüyor.

Neden sonra ne geçmişte ne de gelecekte olduğumuzun farkına varıyoruz. Aslında yazarın hayal gücünün marifetiyle bilinçli bir zaman yanılgısı yaratan, üstü kapalı bir anakronizmin içinde yer aldığımızı anlıyoruz. Kendimizi huzur verici bir yok-yerden (non-lieu) ziyade distopik bir yokyerde, tekinsiz bir yerin ortasında buluyoruz. Yazarın, klasik ile modernizm arasındaki çizgiyi muğlaklaştırdığı, Rus Edebiyatı ve Rus toplumuyla ilgili klişeleri yerle bir ettiği, kimliksiz ve zamansız bir yerde…

Modern Rus Edebiyatı’nın usta ismi Vladimir Sorokin’in, Rus klasiklerini andıran üslubuyla bilimkurgu motiflerini göze batırmadan bir araya getirdiği eseri Tipi (Metel), Ergin Altay’ın çevirisi ve Can Yayınları etiketiyle, özellikle karlı günlerde okunmayı bekliyor. Keşke diğer kitapları da Türkçeye çevrilse.

Batuhan Sarıcan