Binnur Özyurt

Yasemin

Üç katlı apartmanın merdivenlerine koştu. Ters giydiği terliklerle mozaik basamakları tırmanırken kumral saçları zıplayıp güneşten kızarmış omuzuna düşüyor, çiçekli elbisenin altından boğumlu bacaklarını sıkan lastikli beyaz donu görünüyordu. Birinci kattan geçerken endişeyle Münevver Hanımgilden tarafa baktı. Handan’la Nalan Abla yakalarsa yanağını sıkmadan bırakmaz. İçerden radyonun sesi geliyordu. Sakın bir söz söylemeğğ, yüzüme bakma sakınnnnn.

Kimseler yoktu. Alnına yapışan saç tutamını çekiştirdi, büyük tırmanışı sürdürdü. Kapının önüne gelince terlikleri fırlatıp eve daldı. Ortalığa bahçedeki erik ağaçlardan süzülen güneşin ılık ışığı serpilmiş. Bir buçuk yaş küçük kardeşi Menekşe bebeğini dizine yatırmış sallayarak ninni söylüyor. “Kov bostancı danayı, yemesin lahanayı.”

Zaten hep böyle konuşur kendi kendine. Menekşe’ye söylese. O daha çok küçük, bilemez ki. Vanilya kokusunu, gizlendiği yerden çıkarılıp şekerliğe konulmuş parlak kâğıtlı misafir çikolatalarını bile fark etmedi. Işıklığa bakan loş mutfakta annesi yemek pişiriyordu. Tahta raflara dizili fincanlar, bardaklar, tabak desteleri gürültüyle çalışan buzdolabının sesinden şıngırdıyordu.

“Anne, anne!” dedi eteğinden çekiştirerek. Asuman Hanım revaninin şerbetini kaşıktan damlatıp sündüğünden emin olunca altını kapattı ve nar gibi kızarmış tatlının üzerinde gezdirdi.

“Hımmm,” dedi. “N’oldu kuzum?”

Yasemin gözleri fal taşı gibi açılmış “Anne,” dedi. “Beyhan’ın hortumu var?”

Hortum? Gevrek gevrek güldü Asuman Hanım. İşaret parmağını dudağına götürüp “Shhh,” yaptı. Cımbızla incecik alınmış kaşlardan biri havaya kalktı. “Kızlar öyle demezler, çok ayıp!” Böylece Yasemin gördüğünün önemli bir şey olduğunu anladı.

Asuman

Ayçöreği, gül böreği, revani ve peynirli poğaçadan oluşan kabul günü hazırlıklarını tamamlamış, iğne oyası örtüleri sermişti. Orta sehpaya her marka sigara paketini geometrik bir özenle dizdiği yayvan, yeşil cam kâseyi yerleştirdi. İnce-uzun, kahverengi Safiye Ayla sigaralarını görünecek şekilde üste getirdi. Mavi desenli ipekliden kruvaze elbisesi, topuklu ayakkabılar ve yandan tutturduğu saçlarıyla pek güzel olmuştu.

Ne zaman incelikten güzellikten söz açılsa “Beyim beni böyle şişman beğeniyor,” demeden geçmezdi. “Evlendiğimde kırk sekiz kiloydum. Sonra çocuklar düşmesin diye yatarken aldım kiloları.” Çocuksuz geçen yılları anlatırken o eski acıyı yakalayıncaya dek gözlerini yumar, boğazı düğümlenir sesine ağlamaklı bir ton gelirdi. Her söyleyişte tıpatıp aynı sözcükleri kullandığı bu hikâye kalpleri burkar en çok da sıra kocasını evlendirmek isteyen görümcelere geldiğinde taraftar toplardı. Kazara bir kısmını unutsa kim bilir kaçıncı kez aynı şevkle dinleyenlerden biri muhakkak fark ederdi. “Hani ikinciye gebeyken kalabalık misafir gelmişti ya!”

“Gitmediğimiz doktor, hoca kalmadı. Bap şeyhi sizde oğlan metanetsizliği var. Kızınız olsa durur deyince zararı yok olsun da kız olsun diye sabahlara kadar niyaz ettim. Her gece 7777 tespih çektim,” derken kollarını yukarı, kristal avizeye doğru uzatır, gözleri ufka bakardı. Tam umudu kestikleri sırada gelen bebek sadece aileyi değil tüm sevenlerini sevince boğmuş, Yasemin her sebepten mağdur ve mahzunların zaferi olmuştu. Kapı çalındı. Karşı komşu. O daha terliklerini giymeden Münevver’le kızları girdiler içeri.

“Beyhan’ı da getirseydin,” dedi Asuman Hanım. “Erkek çocuktur, pasta-börek kokusunu alınca canı çeker, bir yeri şişer sonra.”

“Neresi anne, neresi?” Yasemini o vakit fark ettiler.

“Sümbülü,” dedi Münevver gülerek.

“Shhh, çok ayıp,” dedi Asuman.

Yasemin böylece pasta yemeyince şişen şeyin sümbül, sümbülün de hortum olduğunu anladı.

Münevver

Münevver aynada yakasını düzeltip Asuman’a döndü, kurumlu bir edayla, “Bahçede oynuyor,” dedi. “Futbolcu mu ne olacakmış. Topa vurmaktan ayakkabı dayandıramıyoruz kerataya. Sağ olsun, bizim Yusuf hiç esirgemez oğlandan.”

Başköşeye yerleşip kalın, sivilceli bacaklarını üst üste attı. Uzanıp bir sigara alırken kısa elbisesinin altından dantelli kombinezonu sarktı. Asuman Hanım yeni gelen misafirleri karşıladığı için her şeye yetişemiyordu. Birbirine benzer pilili ekose etekler giyen Nalan ve Handan’a döndü.

“Kızlar,” dedi. “Kahvelerimizi yapıverin.”

Kızlarından razı, hayatından pek memnundu. Hoş, olmasaydı bunu ulu orta söyleyecek değildi. Asuman’dan tarafa baktı. İki kızdan sonra o da düşük yapmış, kan görünce hem korkmuş hem üzülmüştü. Bu üzüntü ebe küçücük, pıhtıya benzeyen bebeğin erkek olduğunu söyleyince ikiye katlanıp, üstüne gelen –üçüncü- de kız olunca mateme dönüşmüştü. Her zaman takımına uygun renkte çizgili kravatını düzgünce düğümleyen Yusuf Bey Nalan’ın doğduğu gece eve geç, biraz dağınık gelmiş, lohusa odasına kapıdan bakmıştı. Arada aklına düşerdi.

“Ne o Münevver, atı çözdün yerine it mi bağladın?”

Neyse ki sonra Beyhan doğmuş, mutlu evlilikleri perçinlenmişti. Babasının aslan parçası, Uygunlu nesebinin istikbali, annesinin gurur kaynağı. Mavi plastik leğenin içinde yıkanırken, babasının kucağında, bahçede çekilmiş sümbülü açık fotoğrafları evin çeşitli yerlerinde asılıydı. Münevver karpuzun göbeğini ona ayırır, babası elinden tutar kebap yemeğe götürürdü. Ablaları asla kıskanmadılar Beyhan’ı. O erkekti. Babaanneleri gibi sümbüllüm diye hoplattılar, anneleri gibi karpuzun göbeğini ona ayırdılar.

Beyhan

Beyhan toz toprak içinde, yanaklarına hararetten ve güneşten birer al leke konmuş geldi. Teyzeler ne kadar büyüdüğünü söyleyip, yakışıklılığını övdüler. Halının üstüne küçük bir örtü yayıldı. Beyhan, Yasemin, Menekşe hep birlikte süt içip pasta yemeye başladılar. Sonra Beyhan unutuldu, hep bir ağızdan pasaja yeni gelen kaçak payreks tabakları, Kıbrıs barış harekâtının tüyler ürperten vahşet ve göğüs kabartan şanlı zafer öykülerini, kimlerin televizyon aldığını konuşmaya başladılar. Sadece uzak akrabaları Fazilet Hanım önünde oturan Beyhan’ın başını okşuyor mırıl mırıl Uygunlu soyadının önemini anlatıyordu. Maziyi bilmeyen adımını sağlam basamazdı. Gençlere bunları bildirmek lazımdı. “Uygunlu ailesi dürüstlüğü ile meşhurdur. Yalan nedir bilmez, kul hakkı yemezler. Kurtuluş savaşında nice kahramanlıkların ardında Uygunlu oğulları var.”

Beyhan’ın aklı başka yerdeydi. Çok güzel vurmuştu topa. Keşke daha çok gol atsaydı. Okula gidince kazandığı gülleleri herkese gösterecekti.

“Sen de Uygunlu soyunun devamını getireceğinden, önce okuyup büyük adam olmalı, sonra ailemize yakışır, kökü izi sopu belli bir hanım…”

Revani çok tatlıydı, ablasından bir bardak süt daha istedi. Yasemin kaygıyla Beyhan’a daha çok pasta yemesi için ısrar ediyordu.

“Uygunlu familyasından nice din âlimleri, hocalar çıktı. Bu şehirde Uygunlu deyince şöyle bir durulur, biz büyük bir aileyiz. Biz, biz…”

Beyhan ilk defa başını kaldırıp Fazilet Hanım’a baktı. Diklenerek, “Senin sümbülün var mı ki,” dedi.

Menekşe gözlerini kırpıştırdı.

“Sümbülü biliyorum ben,” dedi.

Yasemin şaşırdı, Beyhan önüne doğru baktı, Fazilet Hanım henüz kendine gelememişti. Zaten özenle taranmış kır saçlarını düzeltiyor, fiyonk şeklindeki kocaman broşunu çekiştiriyordu.

Menekşe

Ayağa kalktı. İleri geri sallanarak yüksek sesle söylemeye başladı.

“A aa asma
Be ba basma
Se se sümbül
Menekşe, gül…”

Teyzeler alkışladılar.

Binnur Özyurt