Yapısöküm veya dekonstrüksiyon, ilk kez post-yapısalcı düşünür Jacques Derrida tarafından belirtilen bir terimdir. Postmodernizmin ve eleştirel kuramın bazı dallarına göre dekonstrüksiyon, bir metnin, bir veya daha fazla “ses” ile seslendirilmesi için, batılı kulağa göre, metnin göründüğü sınırsız bir niteliktir. Eski metinlerin yeni anlamlarını onları yeniden yapılandırarak inşa eden postmodern eleştirel yaklaşımdır. Tiamat da, eski metinleri yeniden inşa etmiş bir metindir. Romandaki olay ağı, tarihsel kaynaklardan ve tarihten beslenerek örülmüştür.

Derrida’nın yapısökümcü okuması, Ferdinand de Saussure’ün anlamın karar verilmezliği ve yapısalcılığı, post-yapısalcı yaklaşıma evrilişleri, Barthes’ın “çoğul metin” kavramı, yazar-metin ilişkisine olan yaklaşım, yapısökücülük edebiyatına referanstır.

Terry Eagleton, “Postmodernizmin Yanılsamaları” adlı kitabında şöyle der:

“Tarih, küçük bir ‘h’ ile tarihin aksine, postmodernizm için teleolojik bir meseledir. Yani, dünyanın şu anda bile içinde içkin olan ve bu amansız açılışın dinamiğini sağlayan önceden belirlenmiş bir hedefe doğru kasıtlı olarak ilerlediğine olan inancına bağlıdır.”

Teolojiye göre bu ereksel nedenlerden meydana gelir yaşam. Böylece teleoloji, bir erekçilik düşüncesi olarak şekillenir; buna göre her şey yalnızca bir ereğe yönelmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda bir erek tarafından belirlenmiştir ve her şey bir ereklilik yasasına göre olup bitmektedir. Teleoloji bu yönelimleri sonucunda, evreni ve yaşamı, amaç-araç ilişkisi üzerine kurulu bir dizge ya da yapı olarak gören bir felsefi görüştür. Bu öğreti yalnızca insan ve insan eylemliliğinden değil, “tüm bir doğa ve tarih de erekler ile belirlenmektedir” fikrinden hareket eder. Anar’da da, tarihi gerçekçilik ve ereklilik ön plandadır.

Tiamat’ta postmodernizm, tarihyazımı ile iç içedir. Mitlere ve tarihi bitmeyen savaşlara göndermeler yapan esrarengiz bir romandır. Tarih, anlatı ve kurgu ekseninde romana dahil olmuştur. Yapım değil yıkım vardır. Dine, mitolojiye, sözlü edebi ürünlere, halk müktesebatına yer açarak üst kurmaca, parodi, pastiş, palimpsest, kolaj, anıştırma tekniklerine yer vererek ilerler. Geleneksel anlatı türünün biçim özelliği olan metinlerarasılık kullanılır. Örneğin; Tiamat, Antik Babil mitolojisindeki okyanus tanrıçası olup ilk kaosun sorumlusudur. Postmodernizmde de düzen değil, kaos/yıkım vardır. Tanrıça Tiamat; tahtelbahir gemisinde yaşanan yapı-sökümün izdüşümüdür. Su, denizaltı buna paralel olarak yer alır. Akdeniz’in karanlık sularına gömülü canavarın sandıktan çıkışı, metinlerarasılığı, mitolojiyi diriltir. Fakat, sarımsağımsı kükürt kokusu yayan yaratık, etraflıca kurgulanmamıştır. Gövdesine kömür takviyesi yapması onu diğer yaratıklardan ayırır. Zayıf ve manueldir. 

Metnin dini ibareler bulundurması ise akla Firavun’u getirmektedir. Sandıktan çıkması, su ile ilgili olması, vakti zamanında cezalandırılmış olduğunu düşündürebilir. Belki bu sebepten dolayı kendi kömürünü kendisi dolduruyordur gövdesine. Frankenstein ya da Prometheus gibi çarpıcı değil de falsoları olan bir “yaratım” olması, bu eksikliğin tarihte ceza almış, dinle bağlantısı olan Firavun’u neden akla getirmesin? “Cezalarının uzuvlarına verdiği hasarla” sandıkta dirilen bir yaratık esrarı, dehşetengizdir. 

“Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları, yakarırcasına kolları yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından ölümün nabzı gibi tek tük atan kabarcıklar tıp tıp koparak yükseliyordu.” (Tiamat, s. 9) Soğuk ve karanlık dipteki boşlukta anlamsızlık içinde boğulan Firavun’un fantastik bir biçimde yeniden akışa taşındığı ihtimalini mantıklı buluyorum. Sandık da aklıma Mısırlıların mumyalama tekniğini getirerek Firavun’u yabancı kılmıyor. Sandığın elbette dini bir boyutu da var; “ahit sandığı” kapaklı ve altın kaplamalıdır. Tıpkı romandaki gibi. Tiamat bir savaş romanıdır. Romanda dirilen canavar, geçmişteki bitmeyen savaşların dirilişi gibi korkunç ve baş belasıdır. Gemideki savaşçılar da tarihte bitmeyen savaş kavramıyla çatışmaktadır; bunun karşılığı da İhsan Oktay’ın yarattığı “canavar”dır. Sandık, ölüm getirir. Savaşlar postmodern evrende yeniden şekil alabilir ama tek getirisi her zaman “canavarlık” yani ölüm’dür.

İhsan Oktay Anar

Canavar, aynı zamanda Jung’un bahsettiği gölge arketipi olarak da nitelendirilebilir. Neden olmasın? Divan edebiyatında da karakterlerin derin kuyulardaki yaratıklarla mücadele etmesi kendi gölgelerinin savaşıdır. Jung’un gölge kavramını Doğu da keşfetmiştir. Hüsn’ü Aşk’taki Aşk; kuyuda, kuyunun karanlık dibinde aylarca kalır ve bir devle karşılaşır. Kendi gölge tarafıyla yüzleşir esasında. Devin psikolojideki karşılığı gölge kavramıdır. Gölge karanlık, komplike tarafımızdır. Ona karşı, Aşk’ın deve karşı verdiği savaş gibi savaş veririz. Kişiliğimizi keşfetme sürecimiz de karanlık kuyu gibi zifiridir. Romanda da, İhsan Oktay Anar’ın erkekler ve erkeklikler dünyası, kendi gölgesiyle yüzleştirilerek erkeklik kaygılarının mücadelesini verir. Kendi kuyularında karşılaştıkları dev, sabunumsu bir canavardır. Erkeklerin karanlık tarafları, en ilkel halleridir bu canavar. “Yetkisiz” benliktir. Zeki fakat açgözlüdür. Bu da onun zayıf tarafıdır. Gölge de varlığımızın en derin girintilerine gömmüş olduğumuz, bilinçli zihnimizin reddettiği ruhsal bir âlem dünyasıdır. Ve erkeklikler dünyasının, bilinçli zihinlerinin reddettiği “gölge” taraflarıyla karşılaşması bu canavar aracılığıyla dirilmiş olabilir. Bazıları bu savaşı alır, bazısı karanlığa gömülür. Gölgeyle uzlaşma/yenik düşme gibidir. 

Roman şu şekilde kurgulanmıştır: Tahtelbahir (denizaltı) gemisinin çağrı kodu TİAMAT’dır. Abdülhamit sınıfı bir tahtelbahir gemisinde, denizaltıda geçer olaylar. Abdülhamit Denizaltısı, Osmanlı’da 1886 yılında ilk defa denize indirilen, 1888 yılında ise ilk torpido talimini gerçekleştiren denizaltıdır ve kurguya dahil edilmiştir. Geminin görevi, düşmanları yok etmektir. Bazı mürettebat üyeleri; erzak, alkol ve ganimet bulma umuduyla şilebe gider ve birçok cesedin arasında bir sandık bulur. Levye yardımıyla açtıkları kapak, gedikli çavuşun kolunun üstüne kapanır. Bu sandık, tahtelbahir gemisine getirilir. O andan itibaren olağanüstü olaylar yaşanmaya başlar. Kol dışarı çıkar ve Karagümrük’ün elini kapmaya çalışır. Sandık kapkara olur ve içinden bir canavar çıkar. Canavar, karnına kömür atıp onları tutuşturarak güç kazanır. Sandıktan alınan 7 çivi insanları hedef alır. 7 sayısı da mitolojide sık kullanılan bir sayıdır. Kafasına çivi düşen herkes, canavar yahut sandığın içindeki kötücül varlık tarafından manyetik bir güçle kontrol edilir. Mülazım, canavarın kontrol ettiği insan sayısı kadar zekâya sahip olduğunu, kötücül varlığın zaafının da bilgiye duyduğu şehevi istek olduğunu anlar ve bir çıkış yolu teklif eder:

“Aptal olarak bilgi karşısında tokgözlüyüz. O bizden zeki olduğu için açgözlü. Bilgi konusunda seçici olmadığı, iştahlı ve şehvetli olduğu için kendi kuyruğunu ona yutturacağız. Zekâsıyla birlikte güveni de arttı. Onu kibriyle de vuracağız. Onun planı bizim hiçbir şey yapamayacağımız üzerine kurulu. Ama yapacağız. Ondaki zekâ sarhoşluğunu kullanacağız.” (Tiamat, s. 135-136)

Zorlu yollarla canavarı etkisizleştirirler. Sonunda kurtulanlar ve denizin dibine gömülenler olur. Kurtulanlar, gökyüzüne baktıklarında ilk olarak denizcilerin koruyucu yıldızları olan Polluks ve Kastor’u göreceklerdir. Bu tarafın yıldızlarını göremeyenler ise beklesin. İçlerinden biri, kurtulmuş olmanın sevincini bir kenara bırakıp ölen arkadaşlarına şunu söyler: “Bekleyin dostlar! Yakında görüşeceğiz! Yakında!”

Tiamat tarihi gerçekler, mitler, özellikle Osmanlı İmparatorluğuyla alakalı efsaneler tarafından desteklenen fantastik motiflerle dolu, mitolojik öğelerle bezeli bir anlatımla sunulur okura.

Nagihan Korkutata