Atilla Ünsal

Bir sevdiremedim kendimi. Eşek sıpası! Etmediğini bırakmadı. Şimdi de ilaç kutum kayıp. Koskoca ayakkabı kutusu. Evin altını üstüne getirdim. Ara ara yok. Oldum olası tutamam dilimi. Sünnet olacağı gün ortadan kayboldu bu. Tek torunum. İkizi annesinin karnındayken ölmüş. Benimle saklambaç oynarken çocuk aklıyla hep aynı deliğe girerdi. Ceviz ağacından çeyiz sandığıma. O gün de elimle koymuş gibi buldum. Kapağı kaldırınca göz göze geldik. Sünnet fesi yan yatmış. Püskülü gözlerini örtüyordu. Korkudan ve naftalin kokusundan, sarhoş olmuş bir berduş gibi bana bakıyordu. Küçücük parmağıyla da dudaklarına bastırıyordu. Tam kapağı kapatıp unutacaktım onu sandıkta. Gelin gördü. Kabak benim başıma patladı tabii.

Akik taşı kolyeme dokunuyorum. Tek tek taşların üzerinde gezdiriyorum elimi. İçimde mayhoş bir tat var. Oh! Esti biraz. İyot koktu buram buram. Kargılar birbirine sürtünüyor sessizce. Tomi korka korka havladı yine. Balkonda ayaklarımı koyduğum çamaşır taburem gıcırdadı. Bir o bir de altımdaki hasır sandalye. Türkü çığırıyorlar birbirlerine. Sus be Tomi! Sus! Bafralının katil köpeği sıkıştırdı geçende bunu. Kıçından ısırdı. Üç gündür kargılıktan çıkmıyor. Aslında cesur köpek. Biraz da dengesiz. Sütçüye taktı kafayı. Bir o. Başka herkesi sokar bahçeye. Isırığı yiyince sütçünün halinden anlamaya başladı. Bulaşmıyor artık. Çamaşır taburemi babam almıştı. Daha gelinken. Zeytin ağacından. Hele suyu içsin. Kütük gibi ağırlaşır. Yıllardır çamaşır suyu yemedi. Kurudu haliyle. Yoksa gıcırdamaz. Arada onu da sulamak lazım.

Baş başa vermiş iki zeytin ağacı örtüyor önümü. Ortalarını kırmızı güller açan bir gül ağacı kapatıyor. Kudret narı diktim altlarına. Dalları gülden sıçrayarak dolanıyor ağaçları. Kavuniçi narlar sarkıyor dallardan. Geçen sene topladıklarımı cam kavanozda zeytinyağına bastım. Bekleyince şifa. Eşe dosta dağıttım. Bu sene yine istiyorlar. Kavanozlarını geri getirdiler. Yanlarında rengarenk kapaklar. Karşı apartmanın bahçesi de Kerbela gibi. İnsan hatır için bir ağaç diker. Söyledim Nurten Hanım’a. ‘Kazmayı vurduğun yerden su fışkırıyor’ dedim. Tek yaptıkları bahçe kenarını ortancalarla çevirmek oldu. Baharda cıvıl cıvıl coşması yetiyordu onlara. Apartmanın tahta giriş kapısını da değiştirdiler. Kapkara demir kapıyı takıp gitti ustalar. Neyse ki dallar örtüyor önümü.

Kolumu dayadığım küçük masanın üstü fıstık kabuklarıyla doldu. Fıstıklar bayatlamış. Bir şeyi alır almaz yemek adetim değildir. Her gelen bekler. Sonra bayatlar. Bayat bayat yerim. Bir tane daha kırdım. Kabuğunu soymadan iki tanesini ağzıma attım. Bayat tadı hoşuma gidiyor. Allahım akıl fikir ver sen bana. Çocukken de babamın kasabadan gelirken aldığı leblebileri, lokumları, çikolataları saklardım. Altı tane kardeşimden. Onlar yerken yutkuna yutkuna izlerdim. Ben yerken onların bana baktığını hayal ederdim. Sonra unuttuğum yerden çıkarırdım. Bir kabuğu daha çatlattım. İki fıstığı, paşa kılıcının toprağındaki küçük çukura attım. Pilav tanelerinin üzerine. Öğlen balkona çıkınca gördüm. Paşa kılıcının dibinde kocaman bir asma yaprağı vardı. Yeşil kılıçların kalkanı gibi duruyordu. Saksının etrafına da toprak saçılmıştı. Büyü yapmışlar sandım başta. Korktum. Yaprağı kaldırıp pilavları görünce iyice telaşlandım. Sonra hiç adeti yokken, bir karga gelip zeytinin üzerine kondu. Dokunma pilavıma dercesine baktı. Karganın işi olduğunu anlayınca rahatladım. Şimdi de karşı apartmanın çatısında. Ay ışığında aşağıyı süzüyor. Belli ki gecenin kör vakti karnı acıktı. Ya da benim gibi uyku tutmadı.

Bafralının üçüncü kattaki köpeği havladı. Sokağa girmeden önce uğursuz sahibini selamlıyor. Nasıl hissediyorsa hayvan? Ayağa kaldırdı yine ortalığı. Herkes çekinir Bafralıdan. Kimse şikâyet edemez köpeği. Hah işte! Bahçe kapısı gıcırdadı. Güneş doğmadan kovmuşlar meyhaneden. Şıngır şıngır şişe sesleri çınlattı ortalığı. Dur bakayım. Yanında bir karartı var. Dallardan belli olmuyor. Bahçe yolundaki lamba onları görünce yandı. Tövbe tövbe! İşe yaramaza bak sen. Nerden bulmuş dalyan gibi kızı? Boşuna yollamamış karısını memlekete. Lambalar sıra ile “Çıt! Çıt!” sesi çıkararak yandı. Hay maşallah. Güzel de kızmış. Benim gibi büyük, hafif çekik gözleri var. Saçlarını sarıya boyatmasa iyiymiş. Ama yüzüne bakınca insan dönüp bir daha bakar valla. Gençlik işte. Beli de biraz kalınca. Benim belim incecikti. Gelin olana kadar nerdeyse her gün, ta evden yaylaya hiç durmadan koşar gelirdim. Babamla kardeşlerim keçi güderdi. Onlara yemek götürürdüm. Zayıftım ama kaslarım demir gibiydi. Diri diri. Bu güzel kız gibi. Yarı işve yarı sarhoşlukla kıkırdadı. Bafralı, “Şişşşt!” diyerek onu susturmaya çalıştı. Bu sefer ikisi birden kıkırdadı.

Apartman kapısının önünde durdular. Köpek sustu. Hareket etmeden içeri girmelerini bekledim. Utanmaz herif. İnsan bir otele gider. Benim başımı da belaya sokacak. Altı ay önce yine aynısını yaptı. Birisi karısına yetiştirdi. Apar topar memleketinden döndü kadın. Bafralı benden bildi. Son kat balkonundan akbaba gibi beni izledi. Zehir etti hayatı bana. Günlerce balkona çıkamadım. Sonra karısı gibi o da unuttu olanları.

Bafralı şişeleri yere koydu. Ceplerinde anahtarı ararken, kız cep telefonunu çıkardı. İkisinin fotoğrafını çekmek için kolunu uzattı. “Bafralı! Buraya bak!” diye fısıldadı. Bafralı sinirli sinirli baktı. Kız arka arkaya fotoğraflarını çekti. Her seferinde yüzüne farklı şekiller veriyordu. Bir an cep telefonu elinden kayıp yerde yuvarlandı. Bafralı öfkelendi. “Sıçtın sıvadın be kızım!” diye sessizce bağırdı. Ama kız onu umursamadan yine kıkırdadı.

Bafralı sinirli sinirli duvar dibine geldi. Ortancaların altından telefonu alırken bir ses… Zınk diye kaldım. Allah kahretsin! Duvar dibine gelince aklım çıktı. Fıstık kabuklarını yere düşürdüm. Bana doğru bakıyor. Sağ diz kapağımdaki platin soğuk soğuk dizimi üşütüyor. Kışın olduğu gibi. Dizimi hareket ettirmek istiyorum. Korkudan kıpırdatamıyorum. Ben onu görüyorum. O beni hareket etmediğim sürece göremez. Oradan buraya defalarca baktım. Nurten Hanım’a kahveye gittiğimde. O yüzden rahatım. Ama Bafralı benim hep burada oturduğumu bilir. Bir de kabukların sesini duydu. Keşke televizyonda gördüğüm o hayvan gibi renkten renge girebilsem. Beyazdan zeytin yeşiline.

Köpeği tekrar havladı. Bafralı başını kaldırıp, “Sus!” diye tek bir kez bağırdı. Köpek emri alınca derhal sustu. Ortalık sessizleşti. Şimdi kız da benden tarafa bakıyor. Benim oturduğum yere. Parfümle karışık meyhane kokusu geldi burnuma. Kız şaşkın şaşkın, “Nereye bakıyorsun?” diye sordu. Bafralı, “Kocakarı bizi izliyor!” diye cevapladı. Kız merakla, “Kim?” dedi. “Kim olacak? Mahallenin ispiyoncusu!” dedi nefretle. Sandalyemde küçüldüm. Köydeyken, çalıların ardına çöktüğüm gün düştü aklıma. Yayladan eve deli gibi koşuyordum. Küçük abdestim gelmişti. Tutamıyordum. Durunca nefes nefese kaldım. Dayanamayıp bir çalının ardına geçtim. Çiçekli şalvarımı sıyırıp yere çömeldim. Aniden durunca at gibi terlemeye başladım. Çok büyük değildim o zaman daha. Yeni kanamaya başlamıştım. Ama cesurdum. Belki de abimin silahı şalvar cebimde diye rahattım. Neyse ne? Kaç saat tuttuysam. İşe işe bitmedi. Çişimin sıcaklığı bacaklarımı ısıtıyordu. Bir de terden sırılsıklam olmuştum. Başımı kaldırınca, çalıların arasından Boşnakların çobanını fark ettim. Yolun ortasında duruyordu. Elinde çoban sopası. Gevşek bir yüzle bana bakıyordu. Çalıların ardına çömdüğümü görmüştü. Ne yaptığımı biliyordu. İşimi bitirip çıkmamı bekliyordu. Deyyus kılıklı. Kafasında kıracaktım sopasını. Azıcık doğruldum. Şalvarımı çekerken cebimdeki silahın ağırlığını hissettim. Çoban, “Çıksana artık!” dedi. Delinin zoruna bak. Sana mı sorcam n’apcağımı? Bana doğru iki adım atınca telaşlandım. Şalvarın üzerinden silaha dokundum. Durdu. Akik taşından tespihini çıkarıp sallamaya başladı. “Saklanma!” der demez elimi cebime soktum. Silahın kabzası terden ıslanmıştı. Elim yapış yapış oldu. Birden bir serçe kondu çalıların üstüne. Olduğu dalda bir iki sıçradı. Sonra uçtu gitti. Yavaş yavaş elimi cebimden çıkardım. Bir parça çikolata düştü yere. Cebimde unuttuğum çikolata şalvarımı batırmıştı. Silahın namlusu erimiş çikolata ile kaplıydı. Çoban hala arsız arsız akik taşı tespihini sallıyordu. Parmağımı tetiğe götürdüm.

Aniden zeytin ağacının üzerine çatıdaki karga kondu. Bafralı ürküp geri kaçtı. Eliyle kovaladı. Karga korkmadan, cılız dalda sallanmaya devam etti. Başımın arka tarafı soğuk soğuk zonkluyor. Terden sırılsıklamım. Kesin yine kireç gibi yüzüm. İki tane dil altı atmazsam fena! Neyse ki anahtarı buldu Bafralı. Elinde çevirerek bana doğru bakıyor. Benimse gözlerim kararıyor. Anahtarı deliğe taktı. O an çeyiz sandığını aramadığım geldi aklıma. İlaç kutusunu kesin oraya saklamıştı torunum. Nedense bir tek oraya bakmamıştım. Heyecandan yine fıstık kabuklarını düşürdüm yere. Bafralının köpeğinden kalır yanı yoktu. Dönüp baktı. Başımın zonklamasına daha fazla dayanamadım. Ayağa kalktım. Balkon kenarındaki otomatik lamba beni gördü. Yandı. Bafralı dalların arasından beni arıyordu. Rahat görebilsin diye balkonun en kenarına yürüdüm. Demire yaslanıp öne doğru uzanınca göz göze geldik. Var gücümle, “BA-NA-NE!” diye bağırdım. İçeri girdim.

Atilla Ünsal