Buralarda… Marmara Denizi’ndeki Prens Takımadalarının en büyüğü olan Büyükada kıyılarında dalgalar bizleri teker teker karşılıyor. Onlarla birlikte eski fotoğraflardaki görüntüler, isimleri unutulmuş insanların sesleri, beş yüzyıldan fazla bir süredir sokaklarda mırıldanılan ve günümüzde soyu tükenmiş Yahudi İspanyolcasının kadim cıvıltıları da geri geliyor. Oysa bu adaya gerçekleştirdiğim ziyaretimin kayıp dilde söylenen şarkılarla, turistlerin beğenip övdükleri yemeklerle ya da Paleologos’un ölümcül sembolü olan ve Aziz Nikola manastırının önündeki mermer çift başlı kartalla hiçbir ilgisi yoktur. Ada’da bugün atlar yerine –çoğu pencereleri kapalı, Hitchcock havası olan yüksek ahşap evler gibi sessiz– elektrikli araçlar kullanılıyor. Oraya bir gemiyle, Ataşehir Belediyesi’nin düzenlediği Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Günleri’nde konukları olduğumuz meslektaşlarımız İstanbul şairleriyle geldik.

Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine Türkleri ayağa kalkmaya ve feodalizmden kurtulmaya çağıran bir şiir yazmış, geçen yüzyılın yirmili yıllarının başında Moskova’da ekonomi ve sosyoloji okumuş, orada Mayakovski’nin sanatsal deneylerinden ve Lenin’in fikirlerinden ilham almıştır. Stalin’in Rusya’sından kaçan ünlü devrimci Leo Troçki de 1930’larda bu adada yaşamış. Bu iki adamın kaderi –temelde aynı ütopik ve daha iyi bir dünya vizyonundan esinlenmiş olsa da– farklıdır. Troçki Paris’e, ardından Meksika’ya gitmiş, orada öldürülmüştür. Hikmet ise, otuzlu yılların sonlarında Üçüncü Reich’ın ideolojisine ve politikasına eğilimli muhafazakâr çevreler tarafından sevilmeyip zulüm görmüş, bu yüzden hapse girmiştir. Aç kalmış, eylem yapmış, çok yazmış ve ancak altmışların başında Türkiye’den kaçmak için Moskova’ya gitmiş, orada kalp krizinden ölmüştür. Bir anıtının bulunduğu Novodevichy Mezarlığı’na gömülmüştür.

Marijan Grakalić

Ev sahibimiz ve festival direktörü Haydar Ergülen de –fikri bugün oldukça eskimiş gibi görünse de– kendisinin gençliğinde Troçkist bir siyaseti benimsediğini söylüyor. Bunu özellikle, İstanbul şairlerinin toplandığı Bostancı’daki bir şiir meyhanesinde, ünlü Hatay Meyhanesinde oturup her şeyin susacağı o geceyi beklerken vurguluyor. Her şeyin susması bu şehirde imkânsız olduğu için, şairlerin de gürültülü ve hiç boş olmayan sokakların koşuşturmacasından sık sık hayal kırıklığına uğradıklarını düşünüyorum. 19. yüzyılın sonlarında Üsküp’te doğan, babası İbrahim Bey’in aynı zamanda bu Makedon şehrinin önde gelen bürokratlarından olduğu ve Fransız sosyalist hareketi ve edebiyatından etkilenen ilk modern Türk şairlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı’dan bahsediyoruz. Burada gerçekleştirilememiştir sosyalizm. Kendi ülkesinde değil, başka bir yerde denenmiştir. Böylece, memleketinde benimsenmediği için, Nazım Hikmet 1960’lı yıllarda kaçar kaçmaz, kitapları, önemli Türk azınlığın bulunduğu Yugoslavya ve Bulgaristan’da Türkçe ve Bulgarca olarak basılmıştır.

Benim içinse tüm bu olanlar aslında bir tür geri dönüştü. Söz konusu geri dönüş bir fikre geri dönüş değildi, oysa öğrenci solculuğumda ve olgunlaşma çağımda Troçki’nin Sürekli Devrim’ini tabii ki hatırlamıştım. 1963 yılına yani ailemle ilk seyahatime bir geri dönüştü. Annem Nada Grakalić eski Yugoslavya’daki ilk kadın kameramandı ve o yılın yazında kendisi devlet televizyonu tarafından babamla beraber İstanbul hakkında film çekmesi için gönderilmişti. O sırada da çocukluğumun efsanesi haline gelen Büyükada’ya da gitmiştik. Neden efsaneydi diye soracak olursanız… O yıllarda ada sokaklarında tek ulaşım aracı olan ve bugün olmayan atların çektiği faytonlardan değil, Troçki’den değil, büyük Rum evleri ya da Türk Art Nouveau mimarisinden de değil. Karpuzlar için! Küçük bir kayıkla Büyükada kıyılarına yanaştığımızda, tüm rıhtım karpuzlarla doluydu, terazilerde tartılarak toptan da perakende de satılırdı, çokça ve çok ucuza…

Marijan Grakalić

Hırvatçadan Türkçeye çeviren: Marko Sapina