Agota Kristof’u (1935-2011) çok geç tanıdım. Adına âşinaydım, o en çok bilinen kitabı (üçlemesi) “Büyük Defter  ̴ Kanıt  ̴ Üçüncü Yalan” kütüphaneme yıllar önce girmişti. Bazı aşklar gibi bazı kitapların da zamanını beklediğine inanmak gerekirmiş. Romanı nihayet 2023 yazında, sosyal medyada sıkça gündeme geldikten sonra okuyabildim. Büyük bir yazara geç kalmanın mahcubiyetini bir kez daha yaşayarak. Böyle geç kalışların bir nedeni de yazarın yapıtlarının toplu halde çevrilmemesi olmalı. Yayımlanan başka kitaplarıyla (Dün, Önemi Yok, Okumaz Yazmaz) birlikte Kristof, gömüldüğü kuytulardan çıkıp Türkçede “yeniden” keşfedildi.

“Büyük Defter  ̴ Kanıt  ̴ Üçüncü Yalan” yeterince anlaşıldı mı, emin değilim. Savaş ve çocukluk, savaşın tüm kötülüklerin anası oluşu üstüne daha çok düşünmek, okumak ve yazmak gerekir. Nitekim ben de kitabı bitirdikten sonra savaşlar ve savaş sonrası üstüne yazan birçok yazar ve yapıtı okuma gereği duydum. Ve O Hiçbir Şey Demedi (Heinrich Böll), Cesaret Ana ve Çocukları (Bertolt Brecht) Geçen Salı (Wolfrang Borchert)… Savaşlar bitmez, ruhlarda sürüp gider. Zor Bir Hayatın Hikâyesi’nde, “Savaş biteli elli yıldan çok oldu. Çok şey unuttum, yakınlık duyduğum şeyleri bile… Özellikle de mekânlar, tarihler ve kişilerin isimleri. Ama yine de o günleri hâlâ vücudumun her zerresinde duyumsayabiliyorum.” diyen Aharon Appelfeld’in sözleri her zaman tazedir. Ve ben bunları okurken, dünyada –örneğin Gazze’de– işgal, yıkım ve çocuk kıyımları devam ediyordu. “Savaş ilan edilmiyor artık, sürdürülüyor.” diyen Ingeborg Bachmann bir kez daha haklı çıktı.

Agota Kristof’a dönelim. Yaşamı da yazdıkları kadar çarpıcı, uyarıcı ve yakıcı olan Kristof’a… Macaristan’da doğduğu, genç yaşta ülkesini terk etmek zorunda kaldığı ve İsviçre’de yaşadığı dışında, hakkında pek fazla şey bilmiyorduk açıkçası. “Yazarın tek otobiyografik metni” diye anılan Okumaz Yazmaz yayımlanana dek. Kristof, 40 sayfalık bu çekirdek metinde, romanlarını aratmayan keskin diliyle, hazmedilmesi güç yaşam ve yazın serüveninin perdesini aralıyor bizim için.

“Okuyorum. Hastalık gibi bir şey bu. Elime ne geçerse, gözüm neye değerse okuyorum: dergiler, okul kitapları, ilanlar, sokakta bulduğum kâğıt parçaları, yemek tarifleri, çocuk kitapları. Kâğıda basılmış ne varsa. Dört yaşındayım. Savaş henüz başlamamış.”

Böyle başlıyor Okumaz Yazmaz ve Agota Kristof’un serüveni. Okula gitmeden anadilinde okumayı öğrenen ve çılgınca okuyan kız çocuğu, gelecekte bir gün “okumaz-yazmaz” olacağından habersiz, sanki o karanlık zamanlara hazırlanıyor; belleğinde, kendisini hayatta tutacak sözcükler, öyküler biriktiriyor. “Başka bir dilin var olabileceğini, bir insan evladının anlayamayacağım bir kelime telafuz edebileceğini hayal bile edemediğim” dediği günlerdir onlar. Sonra sefalet içinde geçen yatılı okul yılları… Aç kalınan, ısınmak için jimnastik yapılan, yatağa çorapla girilen ve geceleri gözyaşı dökerek uykuya dalınan zamanlar. Ülkenin işgal edilişi, okullarda Rusça mecburiyeti. İlk “düşman dil” ile tanışma. İsteksizce öğretilen ve öğrenilen Sovyetler Birliği coğrafyası, tarihi ve edebiyatı. “Okullardan cahil bir nesil mezun oluyor”dur. Rus işgalinin Doğu Avrupa ülkelerinde yarattığı suskunluk. “Macaristan’da 1956’daki ölü sayısı otuz bindi.” diyor Kristof, “Asıl hesaba sığmayacak bir şey varsa o da, diktatörlüğün felsefeye, sanata ve edebiyata verdiği zarardı.” (s.24)

Agota Kristof, iki yıldır evli olduğu kocası ve dört aylık kızıyla bir insan kaçakçısının peşine takılıp ülkesini terk ederken henüz 21 yaşındaydı. Ormanda uzun bir gece yolculuğu. Küçük kız babasının kucağında uyuyor, o ise iki çanta taşıyordur. Birinde biberonlar, kundak bezleri, bebek için yedek kıyafetler, diğerinde sözlükler… “Şifreli yazılarımı tuttuğum hatıra defterimi ve ilk şiirlerimi Macaristan’da bıraktım. Erkek kardeşlerimi, annemi babamı, haber bile vermeden, bir veda bile etmeden geride bıraktım. Ama hepsinden önemlisi o gün, 1956’nın o Kasım sonu, bir halka olan aidiyetimi kesin olarak kaybettim.” (s.28)

Agota Kristof

Avusturya üzerinden İsviçre, Lozan ve nihayet Neuchâtel’de bir saat fabrikasında işçilik. Orada bütün sürgünlerin ortak yazgısıyla baş başa kalış. Edward Said’in dediği gibi, “En hüzünlü yazgılardan biridir sürgün.” Onu bekleyen, Adorno’nun deyişiyle bir “sakatlanmış yaşam”dır; bir yersiz yurtsuz ve öteki olarak. O “kasvetli iş günleri, sessiz akşamlar, o değişime kapalı, sürprizsiz, umutsuz, donuk hayat.” Sürgünler, yakalarına yapışan duyguların esiri olurlar: güçsüzlük, anlamsızlık, izolasyon ve kendine yabancılaşma. Bunlarla baş edemeyenler kolayca vazgeçer. Kristof ile aynı yollardan gelmiş Macar arkadaşlarından bazısı ülkelerine döner, bazıları uzak ülkelere giderler ve içlerinden dördü daha uzak bir yere, gelmemek üzere. “Biri barbitüratla, biri gazla, diğer ikisiyse boyunlarına ip geçirerek” intihar etmiştir.

Türlü yoksunluk içinde bebeğini büyütmeye çalışan fabrika işçisi Agota Kristof’u, bir an için Rus yazar Lyudmila Petruşevskaya’nın öykülerindeki kadın kahramanlardan biri gibi hayal ediyorum. Koşulların tüm ağırlığına karşın mücadele etmeye, ayakta kalmaya çalışan o ufak tefek fakat çelik iradeli kadınlardan biri. Gündüzleri, makinelerin ritmine uyarak dizeler kuruyor zihninde. Olgunlaştığında şiirlerini kağıda döküyor. Akşam eve gittiğinde temize çekecek. Fabrikada herkes nazik davranıyor; gülümsüyorlar, konuşuyorlar fakat o hiçbir şey anlamıyor. “Çöl burada başlıyor işte.” diyor, “Sosyal çöl, kültürel çöl.”

Ne var ki Kristof, bir “hayatta kalma ustası”dır. İleride yazacağı üçlemede yarattığı çocuk kahramanların “hayatta kalma alıştırmaları”nı anımsatan bir dirençle tutunur yaşama. Onu ayakta tutan şey, hesaplaşma-meydan okuma düşüncesidir. Sürgünlüğe meydan okuma, düşman dile ve o dilde okuyup yazamamaya. “Dilim olmazsa bir taştan farksızımdır.” diyen Aharon Appelfeld haklıydı. Dil olmadan nasıl meydan okunabilirdi? “İsviçreye geldikten beş sene sonra Fransızcayı konuşuyorum ama okuyamıyordum. Okuma yazma bilmediğim zamanlara geri dönmüştüm. Henüz dört yaşında okumayı söken ben.” (…) “Beş sene boyunca okuyamadan nasıl yaşayabildim bilmiyorum.” (s. 39) Bu yeni “düşman dil”i, Fransızca’yı öğrenmek için yirmi altı yaşında Neuchâtel Üniversitesi’nin yaz kurslarına başlar. İki yıl sonra onur ödülüyle birlikte başarı belgesini alır. Victor Hugo’yu, Rousseau’yu, Voltaire, Sartre ve Camus’yü okuyabiliyordur artık.

Agota Kristof’un serüveni ve bir sürgün olarak portresi, diğer sürgün yazarlardan farklıdır. Nazi Almanyası’ndan, Franco İspanyası’ndan ya da Stalin zulmünden kaçan, Şili ve Arjantin diktatörlüklerinden canını kurtarabilen yazarların çoğu, sürgünlüğün tüm olumsuzluklarına karşın gittikleri ülkelerde bilinen ve tanınan bir yazar olarak karşılanmış, ilgi görmüş hatta bazıları sürgünlüğün “avantaj”larını yaşayıp ödüller bile almıştır. Onun serüveni ise tekildir, sıradan bir genç kadın olarak önce başka bir ülkede ve “düşman dil”de var olma ve sonra bir yazar olarak kendini sıfırdan inşa etme çabası-başarısı… Onunki, Bolşevik Devrimi’nden iki yıl sonra ülkesinden ayrılarak çocukluğunun cennetini yitiren Nabokov’un yaşadıklarına benzer biraz; sürgünde “kalbinin Rusça konuştuğunu, kafasının İngilizce çalıştığını fark eden” Nabokov’un serüvenine. Başka bir dilde var olurken, sürgünler için yurdun ve evin, “dil” değil, asıl edebiyat ve “yazı” olduğunun bilincine ermek… Dört yaşında, bulduğu her yazılı kağıdı delice okuyan Agota’nın, yatılı okulda skeçler yazıp teneffüslerde sahneleyen genç kızın sönen hayallerini diriltecek; o çocuğun, o yoksul ve kırgın genç kızın dünya ile olan hesabını görecektir Kristof. Bunu Fransızca ile yapacaktır.

“Emin olduğum bir şey varsa, o da yine yazacak olduğumdur, nerede ve hangi dilde olursa olsun.” (s.31) diye düşünür. Yazma eylemi pek çok şeyin yanı sıra bir “hesaplaşma” değil midir? Yazarın kendisiyle, yaşamla ve toplumla hesaplaşması. Öyleyse hesabı görecek; koşullara, suskunluğa ve başka bir dilin güçlüklerine meydan okuyacaktır. Gereksinimi olan, sadece inançtır. “Yazdığınız şeye inancınızı asla yitirmeden, sabır ve kararlılıkla yazarak yazar olunur.” diyecektir. Sait Faik’in o çok bilinen “Yazmasam deli olacaktım” sözünün daha derin ve katmanlı anlamıyla yazmaya başlar Kristof. Belki de Thomas Bernhard’ın dediği gibi yaşamak için. Madem bu dili o seçmemiştir, yazgısı, rastlantılar ve koşullar dayatmıştır ona, öyleyse bu “düşman dil”de yazacak ve yaşamın ona dayattıklarıyla, belleksizlikle, sürgünlük, savaş ve işgallerle hesaplaşacaktır. “Fransızcayı, anadili Fransızca olan yazarlar gibi asla yazamayacağımı biliyorum, yine de yazabildiğimce, elimden geldiğimce yazacağım. Fransızca yazmak, mecburum buna. Bu bir meydan okuma. Okuma yazma bilmeyen birinin meydan okuması.” (s.40)

Agota Kristof sürgünlüğünü, okumaz yazmaz fabrika işçisi bir kadından pek çok dile çevrilen usta bir yazar olma yolundaki çabasını anlatırken, melankolik bir dil ve anlatıma başvurmuyor. Acının, yoksunluğun gölgesine sığınıp oradan konuşmuyor. Romanlarındaki o mesafeli, çoğu Doğu Avrupalı yazara özgü o yalın ve keskin dille anlatıyor yaşadıklarını. Okumaz Yazmaz bir yaşamöyküsü ya da anı kitabı değil, yaşamdan bir kesit sadece. Satırbaşlarını, ipuçlarını verip orada bırakıyor, gerisi biyografi yazarlarının işi. Sürgünleri sıkça anlatan Isabel Allende yahut Mandelştam’ın son günlerini, Marina Tsvetayeva’nın ölümünü yazan Venus Khoury-Ghata’nın dilinden Kristof’un yaşamını okuyabilsek ne güzel olurdu.

Kucağında dört aylık bebeğiyle ülkesini terk eden ne ilk ne de son kadındı Agota Kristof. Ondan yarım asır sonra bir Rus yazar, Mihail Şişkin, Sovyetlerin dağılmasıyla İsviçre’ye göç etmiş Rusların hikâyesini anlatacaktır örneğin. “İsviçre’de para, parfüm kokan koltukaltlarına benziyor. Rusya’da ise leş gibi kokuyor.” diyecektir.[1] Bugün dünyanın her yerinden, her zamankinden daha fazla insan göç ediyor. Kristof’un kaçtığı yaştaki çocuklu kadınlar, yetişkinler, gençler özgürlük ve ekmek hayaliyle denizleri, ormanları aşıp bunlara kavuşacağını umduğu ülkelerin kapısına dayanıyor; bir “öteki” olmayı ve yollarda ölmeyi göze alarak. Kristof, o “sakatlanmış yaşam”dan sağ ve başarıyla çıkanların şanslı örneklerinden biriydi.

Çabayla, sabırla ve inatla. Bir gün hemen her sürgünün dilinden dökülen sözleri o da söylemişti:

“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”

Kim bilir, belki de mutlu!…

Yalın Sürez


[1] Mihail Şişkin, Mürekkep Lekesi, Çeviri: Erdem Erinç, Jaguar Kitap, 2021.