Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hâkim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kâğıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Nazlı Ayça Özkarahan

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Kendimi bildim bileli yazmaya meraklıyım. Hiçbir şey yazmıyorsam küçük bir kâğıda not yazıp oda kapısının altından atabilirim. Günlük, mektup, anı yazmaya bayılırım. Kadim bir dostumun ifadesiyle lisede de “fason aşk mektupları” yazardım. Bir kitabım olsun hevesiyle yirmili yaşlarımın çok başında bir roman yazmaya soyundum, sonra romanla aramıza hayat girdi yazdığım kadarıyla kaldı. İş hayatı, çocuklar derken düzenli bir yazma sürecine ihtiyaç duyduğumu fark ettim, zira yazmak benim için bir nevi antidepresan. Böylece haftada iki saat kendime ayırmaya karar verdim ve bu (uzunca) sürecin sonunda Şeytan Düğünü ortaya çıktı.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Kendimi öyküye hep yakın bulmuşumdur. Hayata da öykülerle başlamıyor muyuz, önce masallar anlatılıyor bize. Olayları algılama kodlarımız böyle oluşuyor. Öykü denen şeyin içinde bir çelişki bir uyum eksikliği var aynı hayat gibi. Yaşamdaki bu eksiklikler, yanlışlar, düalite zihinsel olarak beni çok meşgul ediyor. Kendimi bildim bileli kolay eyleme geçerim, asiyimdir, hayata karşı sorularım vardır öykü bunlara cevap ararken beni sakinleştirici bir ekti sağlıyor.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

En başta benim için bir yayınevinden kabul almak çok önemliydi, böyle bir onay istiyordum dolayısıyla yayınevini ben belirlemedim. Eğer kişi kitabı kendi parasıyla basmıyorsa tanınmayan bir isimse, ilk kitapta böylesi bir lüksü yok diye düşünüyorum. Ama tabii yola çıktığımda gönlümde yatan iki tane yayınevi vardı. Önce olabilecek yayınevlerinin bir listesini yaptım. Bana yazar dostlarım iki üç yayınevinden fazlasına göndermememi tavsiye etmişlerdi. Fakat yayınevlerinin dönüş süresini düşünürseniz bu inanılmaz uzun bir zaman alabilir. Yeni dosyalara altı yedi ay hatta bazen bir yılda dönüş oluyor. Dosyanızı gönderdiğiniz ilk üç yayınevi kabul etmezse sil baştan diyorsunuz, böylesi bir süreçte insan yazdıklarını bile unutabilir. Bu gerçeğe dayanarak bir yazar dostum bana listeyi biraz eleyip hepsine birden göndermemi tavsiye etti böylece zaman kaybetmeyecektim. Öyle yaptım. Aradan dört ay gibi bir zaman geçmişti ki bir yayınevinden olumlu cevap aldım, hem de çok makul bir telifle. Gittim, tanıştık, aynı gün editörlerle konuştuk. İçime sindi mi sinmedi mi diye düşünürken benim gönlümde yatan iki isimden biri olan Monokl’dan dosyanızı ikinci değerlendirmeye almaya uygun gördük gibi bir e-posta geldi. Hemen ilk görüştüğüm yayınevini bilgilendirdim ve beklemeye başladım. Aslına bakarsanız bir risk almıştım bir iki ay daha bekledim ve sonunda olumlu yanıtım geldi. Sonrasında doğal olarak farklı bir bekleme süreci başladı. Bu bekleyiş sırasında ben kendi başıma dosyamı defalarca okudum. İyi ki de böyle yapmışım, her okumada bir şey ekledim bir şey çıkarttım. Bence dosya yayınevine girdiğinden çok başka bir tatla çıktı. Bunu yapmamı Volkan Çelebi tavsiye etmişti. Sonrasında pandemi falan derken herkesin bildiği yayıncılık dünyasının göğüslediği zorluklar planlarımızı biraz öteledi ama sonunda 2021’yi kapatmadan kitapla kavuştuk. Zor bir piyasa. Açıkçası bazen son treni mi yakaladım acaba diyorum, koşullara baktığımızda bundan sonra ilk kitap yayımlamak çok daha zor.

Kısaca yayınevi olarak bir Monokl hayalim vardı gerçek oldu.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Hem editörüm hem dostlarım oldu. Metin Çalışkan her aşamada bana destek verdi. Dosyayla belli bir süre uğraştıktan sonra metinlere körleştiğimi hissettim ve değerli hocam Jale Sancak’tan bir okuma yapmasını rica ettim. Jale Hoca’nın en sevdiğim yanı gelişime açıksanız size kendi metnini eleştiriyor gibi samimiyetle son derece açık ve net geri bildirimler verir. Onun yorumlarıyla tekrar bireysel çalışmama odaklandım. Tabii böyle kolay kolay olmuş gibi anlatıyorum ama bir yandan bambaşka bir iş yaptığım için zihinsel geçiş süreçleri her zaman kolay ve mümkün olmuyordu. Son olarak yayınevinde Ayşegül Ergül Aslan ile çalıştık. Onun da ılımlı ve kibar yaklaşımları çalışmayı çok keyifli bir hale getirdi. Rutine düşen konulardan çabuk sıkılırım buna rağmen son okumayı dahi kitabı ilk kez elime alıyormuşçasına yaptım. Bence yayımlanma süreci bana sonuca odaklanmaktansa sürecin tadını çıkartmayı öğretti.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Hafiflemeyi ummuştum biraz hafifledim tabii ama hayat bir yandan doldurmaya devam ediyor. Kitaptan sonra yaşadığım en güzel şey hiç tanımadığım birinin sosyal medyada kitabı paylaşmasını ya da bir yorum yazmasını takiben uzun zamandır beklediğim birine kavuşmuşum hissi, garip bir mutluluk. Şimdilik bu kadar, daha kırkı çıkmadı her şey çok taze.

Telif aldınız mı?

Evet. Kabul görmek, onay aldığını hissetmek benim için çok mühimdi. Bebek adımlarıyla bir dünyaya giriyorsunuz, güvendiğim bir yayınevinin evet seninleyim demesi, desteklemesi endişelerimi çok makul boyuta çekti bence.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Oldukça uzun zaman geçirdim. Dergilere göndermek çok değerli bir süreç. En başta ret almayı öğreniyorsunuz. Neden ret aldığınızı anlamaya çalıştıkça kalem gelişmeye başlıyor. Sonrasında hangi dergiye ne gönderebileceğinizi öğreniyorsunuz, bu da okuma anlamında insanı çok geliştiriyor. Sonra okuyucunun karşısına çıkıyorsunuz. Mesela komşunuz merak edip çıktığınız dergiyi alıyor sonra “Eh, pek de olmamış,” diyerek geri getiriyor. Bu insanı çok eğiten bir süreç, eleştiriyi kabulünüz, gelişen zihniyette kalmayı başarmanız, her şeye rağmen yola aşkla devam etmeniz açısından bence işin olmazsa olmazı.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Çekirdek ailem yani eşim ve çocuklarım başından beri zaten çok destekliyorlardı. Ben bir şeyler yazmaya oturduğumda her zaman saygı ve özenle alan açtılar bana. Kendime ait bir odam var mesela : ) Bu anlamda bir fark olmadı, sadece pandemi falan derken süreç uzadığı için olay biraz gerçekliğini yitirmiş gibiydi kitapla birlikte tekrar ete kemiğe büründü.

Peki, bundan sonra?

Elimde iki tane yarım dosya var. Öte yandan son iki yıldır işlerden kafamı kolay kolay kaldıramıyorum, yazma planlarımı genelde sabote eden hep benim diğer kimliğim oluyor. Sanırım bir süre ilk göz ağrımın heyecanının dinmesini bekleyeceğim, sürecin tadını çıkaracağım ve sonra kendime yeni bir düzen kuracağım.