“Panovaroş” adlı öykü dosyasıyla 2010 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görülen, 2014’te “Kıymık”, 2017’de “Sessizce Şarkı Söylüyorduk” adlı öykü kitaplarıyla yazın yolculuğuna devam eden yazar Aysun Kara’nın “Dünyanın Orta Yeri” adlı romanı İthaki Yayınları tarafından Mart 2022’de okurla buluşturuldu. Kara, üç bölüm hâlinde ve kendi içinde küçük hikâyelerle oluşturduğu romanına Jose Saramago’dan bir epigrafla başlamış. Böylece 1700’lerde henüz yirmi bir haneli küçük bir köy olan Kidonya’da yaşananların, “olma ihtimali olanların tarihini”nin anlatıldığı bu eserin bir kurmacadan ibaret olduğunun ipucunu okuruna vermiş. Yaşlıdan gence aktarılarak hikâye anlatıcılığı tadıyla ilerleyen romanda gelenekler, inançlar, yerel deyiş ve sözler, tabirler hep oralı. Kokularla çağrışımlar, roman karakterleri ve mekânlar kadar canlı. Bir düşün peşi sıra kaleme aldığı eseriyle okuruna da düş kurdurmayı amaçlayan yazarla aynı düşü, bazen de kendi düşünüzü kurarken buluyorsunuz kendinizi. Sonuçta gerçekliğini hayattan, inandırıcılığını dilinden alan bu kitabı okumayı bitirdiğinizde damağınızda ve dimağınızda Kidonya’nın lezzetleri kalıyor. Sevgili Aysun Kara ile ilk romanı “Dünyanın Orta Yeri” hakkında söyleştik.

Esme Aras

Aysun Kara (Fotoğraf: Rukiye Yıldız)

Kitabınızın, İlyada ve Odysseia destanlarına mekân olan coğrafyayı çağrıştıran bir adı var. Antik çağda dünyanın göbeği olduğuna inanılan bir merkezde geçen bu iki yapıttan hareketle, sizce Dünyanın Orta Yeri “yaşadığınız yer dünyanızdır” ya da “dünyanız yaşadığınız yerden ibarettir,” düşüncesinin ne kadarını içeriyor?

Romanın başkarakterlerinden Papaz İkonomo, Profitilya Tepesi’nde gün doğumunu izlerken heyecanla “Yüce Zeus dünyanın orta yeri burası mıdır?” der. Öncelikle romanın adı buradan hareket ederek ortaya çıktı. Bir taraftan da Papazın yirmi bir hanelik köye ilişkin hayallerinin ucu bucağı yok. Yaşadığı yer için öyle düşler kuruyor ki zaman içinde bütün bunlar artık yaşam amacı oluyor. Romanın adı, Papaz için köyün önemine de işaret ediyor.

“Olma ihtimali olanların tarihini” kaleme aldığınız, gerçekleşmesi imkansızmış gibi duran düşleri ete kemiğe büründürerek, böylelikle okurlarınıza da geniş bir düş alanı bıraktığınız romanın son sayfasında, “yer ve kişi adları gerçektir” diyorsunuz. Gerçekliğini hayattan, inandırıcılığını dilinden alan bir hikâyeler bütünü kurma fikri nereden ve nasıl doğdu?

Teşbihte hata olmaz, anlattığım hikâyenin oynaklığı yüzünden böyle bir yapı kurdum. Şimdi geriye bakınca bunu fark ediyorum. Roman, Cezayirli Hasan Paşa’nın Çeşme Deniz Savaşı’ndan sonra Papaz İkonomo’nun yardımıyla Ayvalık üzerinden İstanbul’a gitme hikâyesi üzerinden doğdu. Ayvalık hakkında bir şeyler okuyan herkesin duyduğu bir hikâyedir bu, adı üstünde hikâye. Gerçekliği, tarihçiler, arşivler, kanıtlar üzerinden tartışılabilir elbette, tartışılıyor da zaten. Tarihçi olmadığım için beni “hikâye” kısmı ilgilendirdi.

Ahmet Yorulmaz’ın onlarca baskı yapmış “Ayvalık’ı Gezerken” adlı kitabı, Ayvalık tarihi, coğrafyası, kültürü, yemekleri hakkında çok iyi bir kaynaktır. Aynı zamanda okuması pek keyifli bir kitaptır. Kitapta bu “tarihsel öyküden” de söz açar Yorulmaz. Cezayirli Hasan Paşa’nın yanında yaralı birkaç adamıyla bir akşamüstü Papazın çiftliğine vardığını anlatır. Papaz adamları yedirip içirir, sohbet ederler. Kendisine güvenip kimliğini açıklayan Paşa’ya İstanbul’a gitmesi için yardım eder Papaz. Hikâyenin gerisi de var elbette. İtiraf etmeliyim bir kurmaca yazarı için çok cazip bir konu. Elbette bu hikâyeye itiraz edenler, uydurma olduğunu söyleyenler de var. Açıkçası bütün bu tartışmanın benim için önemi yok. Nihayetinde Dünyanın Orta Yeri’ni bu hikâyeden yola çıkarak kurdum ve anlattıklarım kurmaca. Bir arkadaşımın romanı tanımladığı biçimde, “Olma ihtimali olanları anlatmaya cüret eden bir roman,” diyebilirim.

Üç bölüm hâlinde ama her bölüm kendi içinde küçük hikâyelerden oluşacak şekilde tasarlanmış kitabınızın, öykü türünde olduğu gibi parçalı bir anlatımı var. Son sayfalara yaklaştığımızda anlatı bir roman bütünlüğüne ulaşırken, Kidonya’nın haritası ve orada yaşayan insanların siluetleri zihnimizde iyice belirginleşiyor. Öykücülüğünüzden getirdiğiniz o lezzetli dille okur, burada da karşılaşıyor. Bu parçalı anlatımı tercih etmenizin sebepleri nelerdir?

Beni bu romanı yazmaya götüren mesele aslında “hikâye anlatma” meselesi. İrili ufaklı sayısız hikâyenin hayatlarımızın oluşturduğu büyük hikâyenin yönünü belirlediğini düşünüyorum. Pek önemsiz gibi görünen küçük hikâyeciklerin bile aslında anlatana, anlatılan zamana, mekâna, dinleyicilere göre şekil değiştirdiğini ve bunun büyük hikâyeyi de dönüştürdüğünü düşünüyorum ve bu durumu oldukça heyecan verici buluyorum. Yalnız anlatılanın değil anlatılmayanların da hikâyeye dâhil olması, romanda yapmaya çalıştığım bu.

Kitabınızın temasına bakarak, ki hikâyesi Osmanlı’nın hüküm sürdüğü, ekseriyetle 1730-1770 arasında geçiyor ona tarihsel roman diyebilir miyiz? Öte yandan her ne kadar tarihten söz açan bir roman olsa da diline, anlatım olanaklarına baktığımızda, büyülü gerçekliğin sınırlarında gezinen eserinizin, aslında gerçekliğin başka bir zamandaki büyülü anlatımına denk düşen bir atmosferi olduğunu görüyoruz. Bu konuda ne düşünürsünüz; böyle bir anlayış, üslup veya yönelişle yazmaya başladığınız söylenebilir mi?

Tarih de bir hikâye kurar aslına bakarsanız. Bütün tarihsel anlatılarda bir parça kurgusallık vardır ama tarih bilgi ve belge ile yazılır ve gerçek olma iddiasındadır. Roman okuruysa yazarla bir sözleşme yapar, bu sözleşmeyle bazı koşulları baştan kabul eder. Kurmaca yapıtlar adı üzerinde okura “gerçeği” vaat etmez. Okur, yazarın kurduğu bir dünyada hikâyeyi okumayı baştan kabul eder. Bu kurmaca dünyada kimi gerçek diyebileceğimiz dayanak noktaları, kişiler, mekânlar olabilir. Tarih de kurmaca eserler de dil ve yazı aracılığıyla zaman ve mekân üzerine inşa edilir. Yazar belli bir zamanda yaşanan birtakım olayları kurmaca malzemesi olarak kullanabilir. Ortaya çıkan yapıt tarihsel bir roman mıdır ya da hangi koşullarda tarihsel roman olarak adlandırılabilir, bu üzerinde uzun uzun tartışılacak bir konu. Benim yazar olarak yazdıklarımı şu ya da bu şekilde adlandırmam, yaftalamam yakışık almaz. Bu tartışma okurun, edebiyat tarihçisinin işidir. Belki yalnız şunu söyleyebilirim: Dünyanın Orta Yeri, belli tarihsel olaylar ve kişiler üzerinde dayanaklara oturuyor. Örneğin Çeşme Deniz Savaşı. Padişah 3. Mustafa, Cezayirli Hasan Paşa, Kaptan-ı Derya Hüsamettin Paşa gibi gerçek kişiler var. Ben bu dayanaklar arasındaki noktaları birleştirerek bir resim çiziyorum. Yazar olarak resmi ben çiziyor gibi görünsem de roman okura da kendi resmini çizme olanağı sağlıyor diye düşünüyorum.

Söz ettiğiniz büyülü gerçekçi üslup hem okur olarak hem de yazar olarak benim sevdiğim bir tarz. Okurun düş gücünü talep etmek konusunda fazlaca olanak sağlıyor. Diğer kitaplarımda, öykülerimde de tercih ettiğim bir bakış açısı.

Romanda her şey anlatılması gerektiği kadarıyla yer alıyor ne uzun ne kısa; önce ipuçları veriyor, izini sürmemizi istediğiniz ilmekleri atarak bir sonraki hikâyeye geçiyorsunuz. İlerledikçe örüntü de zihnimizde tamamlanıyor. O dönemin, coğrafyanın tarihini açıp okuma isteği uyandırıyor. Elbette kurmaca bir metinden söz ediyoruz ama tarihin ve gerçeğin olanaklarından yararlanarak, olayın geçtiği ve eserin yazıldığı çağın koşullarını düşünürsek, tamamen yeni bir şey yaratmışsınız. Tasarıdan yazıya evrilen süreçte nasıl bir hazırlık yaptığınızı merak ediyorum?

Zorlu bir hazırlık süreciydi. Yazmaya başlamadan tarih, coğrafya çalıştım. Ayvalık’a her gittiğimde romanda söz ettiğim yerlerde her seferinde farklı bir bakışla dolaştım. Notlar aldım, haritalar çizip zaman çizelgeleri oluşturdum. Neredeyse iki, üç yıl kadar sürdü bu süreç. Yazmaya başladığımdaysa tarih kitapları, yer isimleriyle işim kalmamıştı. Artık Dünyanın Orta Yeri’ndeki mekân Ayvalık olmadığı gibi karakterler de tarihten tanıdığımız kişiler değildi. Yazdığım tamamen benim zihnimdeki Kidonya’ydı.

Tarihten bir kesiti bağlamından kopararak bambaşka bir dünya yaratmışsınız. Kaleminizle çizdiğiniz o dünyada, yazar da yaratıcı da sizsiniz. Dolayısıyla karakterler, tema, olay örgüsü gibi romandaki her ayrıntı sizin elinizle şekilleniyor. Kurgunun gerçeğe üstün gelmesi, ondan aşkın bir hâl alması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yazma sürecinde karakterlerin, olay örgüsünün, hatta atmosferin öncelikle bana inandırıcı gelmesi gerekiyor. Yazacağım metne kendimi inandırma işi benim için yazmanın ön koşulu sayılır. Kendi inandığım hemen her şeyi yazabilirim diye düşünüyorum. Ama yanlış anlaşılmak istemem, inandığım derken mutlak bir gerçeklikten söz etmiyorum. Kurmacanın dünyasındaki o gerçekliğe kendimi ikna edebilmekten söz ediyorum. Kurgunun gerçeğe üstün gelmesi meselesi bende böyle çalışıyor.

Sözlü kültür geleneğine yaslanarak kulaktan kulağa, ağızdan ağıza aktarılan hikâyelerin bir bilinen, anlatılan, bir de bilinmeyen ve anlatılmayan yönü vardır. Bizim sandığımızın aksine, o sırlı aynanın diğer tarafında bambaşka bir öykü, bambaşka hayatlar yaşanıyor olabilir. Buradan hareketle kurguladığınız Dünyanın Orta Yeri’nde ne kadar çok kişi/karakter varsa o kadar bakış açısı, o kadar gerçek ve o kadar hikâye yer alıyor. Hikâyelerle ilişkiniz nasıldır? Ailenizde kuşaklar boyu sözü edilen göç anılarının, başarılı hikâye anlatıcılığınıza bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Hikâye anlatıcılığı meselesi üzerine epey düşündüm. Romanda kurguladığım yapıyla okur da bu konuda düşünsün istedim. Hikâyelerin içine doğarız. Dünyayı hikâyeler aracılığıyla algılarız. Yaşamlarımız her biri ayrı hikâyeciklerden oluşan birer büyük hikâye. O büyük hikâyelerimiz de bir araya geldiğinde toplumların, dönemlerin; en sonunda da insanlığın büyük hikâyesini oluşturuyor. Bu hikâyelerin hiçbiri sabit değil, sürekli değişiyor. Bu ele avuca sığmazlık, hikâye anlatmanın sonsuz olanağı barındırması heyecan verici.

Ailem Midilli göçmeni, mübadeleyle Ayvalık’a gelmişler. Çocukluğum boyunca epey hikâye dinledim tabii. Şimdi geçmişe baktığımda anlatılanların muhtemelen epeyce abartılı olduğunu düşünüyorum. İnsanlar çok kısa sürede öngörülemeyecek biçimde zorunlu olarak evlerini, komşularını, mezarlarını terk etmek zorunda kalıp başka bir yaşam kurmuşlar. Göç, her insanın hayatında karşılaşabileceği sıradan bir durum değil. Gençler, çocuklar yeni yurtlarında yaşam kurmanın telaşıyla bu travmayı daha kolay atlatabilmiş olsalar da yaşlılar için ya da yaşlandıklarında gündelik telaşların azaldığı yaşlarda, yaşadıklarının ağırlığını bir parça hafifletebilmek için hikâyelere sığınmış olmalılar. Ben de etrafı aile büyükleriyle sarılmış her çocuk gibi çocukluğum boyunca bu hikâyeleri dinledim. Belki o hikâyeler aracılığıyla “hikâyenin güvenilmezliğini” deneyimlemişimdir.

Bu bir ilk roman ancak her bir karakterin sesini bize nasıl bu kadar net duyurmayı başardığınızı sormak istiyorum. Tıpkı bir senfoni orkestrası gibi kimi melodiyi çalarken, kimi akor tutuyor. Kimi fa, kimi sol anahtarına göre basıyor notalara. Sonunda bir aradalığın getirdiği farklılıktan doğan renkli, neşeli ve zengin bir yaşam/metin çıkıyor karşımıza. Bu noktadaki çalışma yöntemlerinizden bahseder misiniz?

Karakterleri uzun sürede oluşturdum. Her birini gerçek insanlar olarak düşledim. Romanda söz etmediğim ama beni gerçekliklerine inandıracak arka plandaki hikâyelerini yazdım. Karakterlerimi hayal ederken çeşitli durumlarda nasıl davranacaklarını, öfkelendiklerinde verecekleri tepkileri, çocukluklarını, zayıf yönlerini, fiziksel özelliklerini, konuşma biçimlerini, yürüyüşlerini bunun gibi pek çok meseleyi düşünüp yazdım. İçlerinden bir kısmını kullandığım bu uzun notlar sanırım karakterlerimi kanlı canlı insanlar gibi düşleyebilmemi sağladı.

Kitabı dört yılda tamamladığınızı söylüyorsunuz. Yazarken sürekli o atmosferde yaşamak ve yirmi bir haneli köyün kalabalığını çalışma odanıza sığdırmak zor oldu mu? Çünkü her kafadan bir ses çıkıyor, her karakter kendi hikâyesini anlatmanın peşinde koşarken bazen karşısındakini dinlemiyor… Tam bir kargaşa ortamı. Yazarken, karakterlerinizin sizin sözünüzü dinlemeyip başına buyruk davrandığı oldu mu?

Bu kargaşa ortamı benim için oldukça eğlendiriciydi. Hikâyenin içinde çok uzun süre yaşadım. Uzun ve tatsız pandemi günlerine tahammül etmemi de sağladı bu roman. Zaman zaman tabii işlerin zıvanadan çıktığı vakitler oldu ama o zaman da yazarlık otoritemi kullandım.

Yüz on yedi yaşında, ancak üçüncü seferde ölebilmiş mandıracı Stefanos’un en küçük oğlu, haytanın teki olan Stelyo, romanın başında bir görünüyor sonra kayboluyor. Sanki bize anlatacakları varmış da saklanıyor, ortaya çıkmaya çekiniyor gibi. Ne dersiniz, kitabın devamında Maria Ana’nın oğlu Ahmedaki yerine Kidonya’nın gelecekteki hikâyelerini anlatma, “kelimelerle dünyayı nizama sokma görevi” belki de ona kalır. Hem bu sürede nerelerde sürttüğünden de söz eder bize. Böyle bir niyet, ihtimal var mı sizin açınızdan? Benim gördüğüm bu düş, zamanı geldiğinde hikâye olur mu sizce?

Bunu daha önce düşünmemiştim ama okurlardan da bu yönde istek alıyorum. Herkesin kendisine göre sevdiği, içselleştirdiği bir karakter var galiba. O karakterin hikâyesinin devam etmesini istiyorlar. Anladığım kadarıyla sizinki de Stelyo. Olur belki, neden olmasın.

Maria Ana küçük İkonomo’ya, “sen gördüğün düşü gerçekleştirmek için çalıştıkça yükseleceksin,” demişti. Siz de bir düş görüp onun gerçek olabileceği inancıyla mı kâğıda kaleme sarıldınız? Peki, sizin yazın yazgınızda gelecekte hangi hikâyeleri anlatmak var? Bu anlamda düş salgını size de musallat olur, ya peşinizi bırakmazsa…

Düş salgını bana da musallat oldu herhalde. Ne yapalım, gereğini yapacağız çaresi yok.

Romanın anlatı dilinde dozunda kullanılmış bir ironi ile birlikte yerel deyişler, günlük konuşmalar, tabirler, tasvirler, söylenceler, yöresel lezzetler ve kokularla zenginleştirilmiş kendi hâlinde yavaş akan, telaşsız bir atmosfer hâkim. Yunanlıların iş yaparken söyledikleri bir laf vardır; “yavaş yavaş, olmazsa yarın” derler. Aslında bazı yönlerden, örneğin yaşayış, damak tadı, gelenekler söz konusu olduğunda kültürel kodlarımızın birbirine bu kadar benzediği bir toplumla aramızdaki ayrılıklar, ilk önce isimler ve adlandırmalarda mı kendini belli ediyor?

Genel olarak romanın coğrafyasında durum bu. Yavaş, telaşsız, yaşamın tadını çıkarmayı amaç edinen bir hayat felsefesi. Romana da bu bakış sinmiş olabilir, özellikle yaptığım bir şey değil bu, hikâyenin kendisine bulduğu bir anlatım şekli, dili oluştu yazma sürecinde.

Ayrılıklar, önce sınırlarla sonra isimlendirmelerle ortaya çıkan yapay durumlar. Buna da dikkat çekmek istedim açıkçası.

Külçe külçe altın ve zenginlik düşüyle doğayı tahrip etmeye kalkışan bahçıvan Vasil’in sonunda burunsuz kalması ile yaşadığımız çağın laneti Covid-19’un belirtilerinden biri olan koku duyusunun yitimi arasında –nedense– bir benzerlik kurdum. Hırsları peşinde koşarken doğadan ve doğallıktan alabildiğine uzaklaşan insanlığın küresel boyuttaki çaresizliği ortadayken, Ayvalık’ın gerdanına kondurulmuş bir ben gibi duran, tabiat parkı sınırları içindeki Tavuk Adası’na yapılması planlanan proje taslağı hakkındaki haberi gördüğünüzde, kültürel mirasın yok olma tehdidi ile karşı karşıya gelmesi konusunda aklınızdan neler geçtiğini sorarak, söyleşimizi bitirelim istiyorum.

Öncelikle Kaz Dağlarında altın arama faaliyeti yürüten maden şirketlerinin doğayı talan etmelerini üzülerek izledik, sonra sıra zeytinliklere geldi. Aslında Vasil’in hikâyesi bu talancı zihniyetin alegorisi diyebilirim. Hikâyedeki kişiler bu talanın çeşitli biçimlerde içinde olan kişiler. Burunsuz olması da başına gelen bir lanetin simgesi ama Covid’le ilişkilendirilebilir elbette. Başka şeylerle de ilişkilendirilebilir, örneğin, doğayı tahrip ettikçe başımıza gelen sayısız felaketle ilişkilendirilebilir: seller, iklim değişimi, çevre felaketleri, toplu balık ölümleri saymakla bitmez ne yazık ki.

Ayvalık benim çocukluğumdaki Ayvalık değil elbette, bunun üzerine çok söz söylenebilir tabii. Elbette değişip dönüşecek her şey, hiçbir şey aynı kalmayacak. Eskiye övgü düzmek de içi boş romantizm gibi geliyor bana. Son 30 yıldır büyüdü, kalabalıklaştı, dokusu değişti. Dışarıdan bakınca bu değişikliği daha iyi görebiliyor insan. Değişimin olumsuz pek çok etkisi olduğu gibi olumlu yansımaları da oldu elbette. Bu konu çok ayaklı bir mesele. Ben yalnızca şunu söyleyebilirim, Ayvalık gündeme geldikçe açgözlü talancı bir kesimin ilgisini çekiyor. Bu kesim, Ayvalık ve benzeri yerlerin değerini anlayabilen, oralarda yaşamak isteyen insanlar değil. Denizi, dağı, toprağı taşı paraya nasıl çevirebileceğinin hesabını yapan bir güruh yazık ki. O doğa parçasını sonuna kadar paraya çevirip çekip gidecek bir güruh. Bunun farkında olmak, bu konuda tetikte olup mücadele etmek önemli. Bunun farkında olmak ve korumak yerel yönetimin, Ayvalık’ta yaşayan herkesin özen göstermesi gereken bir konu olmalı. Bunun kısmen yapıldığını da görüyorum. Örneğin Ayvalık Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Girişimi var. Büyük çaba harcıyorlar bu konuda.

Buradan sizin aracılığınızla da hikâyeme inanan, ete kemiğe bürünmesini sağlayan sevgili editörüm Devrim Horlu’ya emeği için çok teşekkür etmek isterim.

Ayrıntılı sorularınız için size de teşekkür ederim. Benim için çok zevkli bir röportaj oldu.