Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hâkim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kâğıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Ahmet Karadağ

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Biliyorsunuz “kitapsız” olmak bu toplumda pek hoş karşılanan bir şey değil. Ağzı doldurarak söylediğiniz zaman “Kitapsız!” argoda ağır bir küfürdür ve ancak kavgada söylenir. O nedenle kitabımın yayımlanmasıyla çok şükür en azından “kitapsız” sıfatından kurtulmuş oldum : ) İşin şakası bir yana süreç şöyle gelişti:

Kendimi bileli kitaplarla aram çok iyiydi. İlkokuldayken sınıf kütüphanelerindeki tüm kitapları doyurulamaz bir iştahla silip süpürüyordum. On ya da on bir yaşındayken, hâlâ hayatta olan Cemil Meriç’in köşe yazılarını takip ettiğimi hatırlıyorum. Lise yıllarımda Dünya Klasiklerinin epeyce bir yekûnunu okumuş bitirmiştim. Tıp Fakültesindeki öğrencilik yıllarım ve çocuk hekimliği yaptığım tüm dönemde edebiyat hayatımın vazgeçilmez unsurlarındandı. Edebiyatın mesleğim olan çocuk hekimliği ile kuvvetli bir ilişkisinin olduğuna inanıyordum. Ama nedense yazmayı hiç düşünmemiştim o yıllarda. Aslında ilkokul beşinci sınıfta memleketim Seydişehir’de “Orman Haftası” münasebetiyle kaymakamlığın açtığı bir şiir yarışmasında birinci olmuştum ama sonra tek satır bile bir şey yazmamıştım. Zaten o şiir de hayatımda yazdığım ilk ve son şiirdi. Her şey kırk yaşımda başladı. Kitabımın ilk öyküsü olan “Dr. Ahmet K.’nın Tuhaf Hikâyesi” tam da bunu anlatır. Öykü okumayı çok seviyordum, eski ve yeni öykücüleri takip ediyordum. Kırk yaşımda ilk öykümü yazdım. Bu öykümü, çoğu meslektaşım olan arkadaşlarıma okuttuğumda hepsi çok beğendiler. Ama bu benim için gerçekten hiçbir şey ifade etmiyordu. Dost meclislerinde böyle şeyler eksik olmaz, kırk yaşında, torun sevmeye hevesleneceği yerde yazmaya heveslenen bir adamın hevesi kırılır mı hiç? Boyumun ölçüsünü, ya da suyun derinliğini anlamak için yazdığım ilk öykü olan “Avemeler Şehirlerin Şımarık Konsomatrisleridir” öyküsünü Kitap-lık Dergisine gönderdim. Muteber bir derginin muteber bir editöründen onay almak yazdıklarımın ederi hakkında bir fikir verecekti. Kitap-lık dergisinin halen geçerli olan çok acımasızca oluşturulmuş yönergesine göre, “gönderilen öykülere üç gün içinde cevap verilmezse üzerine soğuk su için, cevap mevap beklemeyin” şeklinde bir politikaları vardı. Öykümü derginin editörü Murat Yalçın’ın e-postasına gönderdikten yarım saat sonra bir cevap geldi. Kalbim küt küt attı, “eyvah” dedim, “normalde reddedilen yazılara cevap vermeyiz ama sizinki o kadar kötü ki, yolun başındayken dönün bu işten, zayi etmeyin kendinizi ve okurları, beklemek istemedik, acilen o yüzden yazıyoruz size” şeklinde bir cevap yazmışlardır herhalde diye düşündüm. Ama gelen cevap çok daha kısa ve netti; “Öykünüz dergimizde yayımlanmaya uygundur, önümüzdeki sayıda yayımlanacaktır.” O gün Murat Yalçın’dan gelen bu cevap benim yazma süreçlerimin en önemli motivasyonu oldu. Sonra yazmaya devam ettim, yazdım, sildim, yeniden yazdım, dergilere gönderdim, bazen reddedildim, bazen yayınlatabildim. Ama hiç bırakmadan, bıkmadan yazmaya devam ettim. Nihayet otuzun üzerindeki öykülerimden on iki tanesini seçerek bir dosya oluşturdum ve böylelikle öykülerim kitaba dönüşmüş oldu.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Çünkü öykü okumayı da yazmayı da seviyorum. Öykünün edebiyatın en güzel formlarından biri olduğuna inanıyorum. Ama kesinlikle bu konuda takıntılı da değilim. Çünkü her şeyden çok asıl sevdiğim şey “yazma eylemi.” Şiiri ayrı tutacak olursak –ki şiir bence edebiyattan da ayrılacak bambaşka bir şey– her türde yazmaya açığım ve deniyorum da. Zaman zaman gazetelerin kitap eklerine kitap tanıtımı görünümlü denemeler, çevrimiçi edebiyat sitelerine edebiyat üzerine yazılar yazıyorum. Kendimi “öykücü” olarak nitelendirmiyorum, “yazı heveslisi,” hadi en fazla “yazı emekçisi” olarak nitelendiriyorum. Öykü okumayı da yazmayı da çok seviyorum ama bir gün canım roman yazmak isterse, anlatacaklarımın bir roman formunda olmasının daha uygun olacağını düşünürsem roman da yazabilirim. Roman yazarsam “romancı” olmayacağım gibi şimdi de “öykücü” değilim.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Muhtemelen yaşımın gereği –ki elliye merdiven dayadım– bu konuda duygusal ve romantik yaklaşımlara sahip olmadığım, hatta yayınevi perspektifinden bakarsak hakkaniyetli bir yerde durduğumu zannettiğim için benim için süreç çok yıpratıcı olmadı. Edebiyat tarihi bir anlamıyla reddedilişler tarihi olması nedeniyle süreci az çok tahmin ediyordum. George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” bile defalarca kez reddedildikten, Salinger reddedilmekten neredeyse küsüp yazmayı bırakacak hale geldikten sonra ben kimdim ki yayınevleri kırmızı halı serip benim göndereceğim dosyayı beklesinlerdi? Şunu netleştirmek gerekiyor, yayınevleri hayır kuruluşları değil, ticari kurumlardır, adaletli davranmak zorunlulukları yoktur. Bu nedenle “filan yayınevi falanın çok kötü kitabını bastı, benimkini değerlendirmeye bile almadı, bunlar adil değil, hak yiyorlar, edebiyattan anlamıyorlar” serzenişi haklı bir serzeniş değildir. Her yayımladığı veya yayımlamadığı kitap bir yayınevinin sonucuna katlanmak zorunda olduğu, kimsenin karışmaya hakkının olmadığı ticari bir karardır. Ülkemizin bir ekonomik felaketin tam ortasında olduğu bu günlerde yayınevlerinin tek amacı önce ayakta kalmak sonra da kâr edebilmektir. Bu nedenle jargonda “no-name” olarak nitelendirilen bir yazarın ilk kitabını yayımlamak oldukça büyük risk taşımaktadır. Ama tabi şu da var, çok düşük ihtimal de olsa yayınevlerinin sırf ilk eser diye okumaya tenezzül bile etmedikleri bir yazarın Kafka, Dostoyevski, Orhan Pamuk ayarında olma ihtimali de var. O da onların ticari kaybı olarak kayıtlara girer. Böyle düşündüğüm için ben de dosyam konusunda hayalperest değildim. Öncelikle ülkedeki en büyük yayınevleri olarak nitelendirilebilecek dört beş yayınevine dosyamı gönderdim. Çoğu cevap bile vermedi, veren bir tanesi de nazik bir şekilde reddetti. Kırılmadım, şaşırmadım, öfkelenmedim. Yoluma devam ettim. “Klaros Yayınları’nın ilk kitap yayımlama konusundaki cesaretini duymuştum. Dosyamı Klaros Yayınları’na gönderdim. Bir hafta sonra editörler tarafından kitabımın yayımlanmaya uygun görüldüğü, süreçle ilgili olarak yayın yönetmeni Lokman Kurucu ile görüşmem gerektiği e-postasını aldım. Aynı zamanda bir şair olan sevgili Lokman Kurucu’nun sıcak ve samimi ilgisi ve desteğiyle başlangıcından sonuna neredeyse iki ay gibi sürede kitap matbaadan çıkmıştı. Artık “kitapsız” değildim : )

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Klaros Yayınlarında sevgili Lokman Kurucu her şey demek. Sağ olsun bana editöryal anlamda da büyük destek oldu.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Hiçbir değişiklik olmadı. Yazıyla uğraştığımı bilmeyen aile çevresinden bazı yakınlarım ve arkadaşlarım şaşırdı biraz. Sanırım şöyle düşünmüşlerdir, Kırkından sonra yazanı… : )

Kitapla ünlü olma, tanınır olma gibi beklentim yoktu gerçekten, bir şey de ummuyordum inanın. Bin tane basılan ve ne kadar satılacağı bile belli olmayan bir kitapla ünlü mü olunur hem? Kitap benim için şu işe yarayacak; öykülerim şurada burada değil de bir kitabın içinde derli toplu durmuş olacak, merak edip okumak isteyenler de kolaylıkla ulaşabilecek.

Telif aldınız mı?

Henüz almadım, ama yayıneviyle yaptığımız sözleşme gereğince vakti geldiğinde alacağım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Dergileri gerçekten çok önemsiyorum. Önemli olan yazılanın okura bir şekilde ulaştırılmasıysa, bu işi gerek klasik yollarla, gerekse de internet ortamında yapan ana unsur dergilerdir. İlk öykümü 2015 yılında yazdığımı düşünürsek kitabımın yayımlanmasına kadar geçen bu yedi yıllık süreçte öykülerimin neredeyse tamamını dergilerde yayımladım. Notos, Öykü Gazetesi, Kitap-lık, Varlık, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Edebiyatist, E Dergi gibi dergilerde öykülerimin yayımlanması benim için büyük bir mutluluk oldu. Bu anlamda Parşömen Fanzin de oldukça önemli bir iş görüyor ve onlarca öyküye, genç öykücüye ev sahipliği yapıyor, iyi de yapıyor.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Belki otuz yaş daha genç olsaydım her üç sorunuza da evet cevabını verebilirdim. Ama elli yaşına doğru ilk kitabı yayımlanan birisi için ne çevremdekileri yazma uğraşımın ciddi olduğuna inandırmaya, ne onların tavırlarında bir değişiklik oluşturmaya, ne de kitabımla kendi özgürlük alanımı genişletmeye bir çabam, hevesim ve enerjim var. Ben iyiyim böyle, zaten yazmak tek başına en büyük özgürlük ve keyif.

Peki, bundan sonra?

Öncelikle okumaya ve elbette yazmaya devam edeceğim. Yazarak ölümün elinden bir şeyler kurtarabildiğimi fark ettiğim ve paradoksal olarak yazarak ölümü kendime sevimli kılabildiğim için zihnim, klavyeye basan parmaklarım sağlıklı olduğu sürece yazmaya devam edeceğim. Yayımlansın ya da yayımlanmasın fark etmez –ki en kötü okumak isteyenlere kendi blogumda sunarım– yazmaktan vazgeçmeyeceğim, anlatacak şeylerim var çünkü. Şu an için yeni bir öykü dosyası hazırlıyorum mesela, muhtemelen beş altı ay içinde hazır hale gelecek. Umarım onu da kitap haline geldiği zamanlarda burada konuşma fırsatı buluruz.

Son olarak da bana Parşömen Fanzin gibi elit bir edebiyat ortamında büyük bir nezaketle, kitabımı ve yazma süreçlerimi anlatma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.