25.Kasım.22

İçkiyi, muhabbeti ve ritüeliyle birlikte seven insanlar için bahaneye hacet yoktur. Yoktur yoktur ama yine de günlerden Cuma, vakitlerden akşamsa, hele bir de yanınızda dostlarınız varsa, çok geçerli bir bahaneniz var demektir.

26.Kasım.22

Mustafa Alp Dağıstanlı, Kolektif Kitap’tan çıkan ve alt başlığı “edebiyat tarihimizden anılar, tanıklıklar” olan “Anekdotlar” kitabını yapmakla çok iyi etmiş. İşte bir tanesi:

Yakup Kadri’yle Ahmet Haşim Sabah gazetesinin altındaki berber Anastas’ta saçlarını kestirirken sohbeti koyulaştırmışlar. Anastas bir ara durup “Beyefendi, söylediğiniz bütün sözleri anlıyorum ama ne söylediğinizi anlamıyorum” deyince Ahmet Haşim, Yakup Kadri’ye dönmüş: “Yakup, bizi en iyi anlayan adam bu.”

27.Kasım.22

Roberto Bolano’yu ilk okuyuşum. Uzak Yıldız’la vira bismillah dedik.

Çok sınırlı vaktimiz var, henüz okumadığımız yüzlerce –evet gerçekten yüzlerce– yazar ve binlerce kitap var. Geçtiğimiz aylarda Yüz Kitap’ın yayınladığı “Hikâyemiz Burada Başlıyor”un yazarı, Carver’dan bildiğimiz Kirli Gerçekçilik akımının içinde anılan Amerikalı yazar Tobias Wolff’un bir söyleşisini okumuştum. Wolff o söyleşide şöyle diyordu: “Yazmak tam olarak budur ve bu anlamda çok zor bir iştir. İnsanı usandıracak tüm koşulları gerektirir: Çok yalnız olmalısın, oldukça hareketsiz olmalısın, rutin bir yaratık olmalısın, yalnızlığını fetişleştirmen ve kendine ait zaman konusunda çok ama çok bencil olman gerekir.”

Bu yalnızca yazarlar için değil, okurlar için de böyle. Zamanımız çok kıymetli. Biraz bencilce ve okur acımasızlığıyla söylersek, bir kitaba harcadığımız maddi manevi emeğin, zamanın karşılığını almamız gerekir. Dolayısıyla çağımızın, okurlar açısından en önemli sorununa geliriz: Okuyacaklarımızı iyi seçebilmek. Bu kargaşanın, bu hayhuyun ortasında bu ne kadar mümkün? Olduğu kadar elbette.

Dönelim Bolano’ya, Uzak Yıldız’a. Zaman zaman çok fazla isimden, çok fazla ayrıntıdan, çok fazla parantez içi anlatımdan boğulur gibi hissettiğim oldu, yalan yok. Nedir, öyle ince bir mizahı ve ironisi var ki Bolano’nun, karanlığa düşmüş gibi hissederken bir ışık çakıyor okura. Bunu çok az yazar yapabilir. Katliamı, darbeyi, diktatörlüğü böyle anlatabilen bir yazara çok fazla rastlanmaz. Uzak Yıldız, denebilir ki, ülkesini ve edebiyatı çok seven bir yazarın acısından çıkmış olağanüstü bir metin. Kolaylıkla ajitasyona, iç dökmeye, kaba bir propaganda metnine dönüşebilirdi Uzak Yıldız. Kimse kusura bakmasın, bugünlerde ve Türkçe yazılmış olsaydı, muhtemelen öyle olurdu.

Bolano keşke Türkçe yazmış olsaydı, Şilili değil de Türk bir yazar olsaydı. Ya da ben onu orjinal dilinden okuyabilseydim.

Roberto Bolano, yıl 1990 (fotoğraf: Pilar Aymerich)

Sıcak Nal dergisinin 2. sayısında (Mayıs-Haziran 2010), Roberto Bolano’nun “Vahşi Hafiyeler” ve “Katil Orospular” kitaplarını Türkçeye kazandıran (ve daha pek çok çeviriye imza atmış olan) Peral Bayaz imzalı bir sözlük var: Bolaño Sözlüğü. Eski dergileri karıştırırken rastladım, bayıldım. (Bolano’nun ne kadar hergele olduğunu görünce, işte o zaman, okumaya karar verdim yazarın kitaplarını.) Değerli çevirmen Peral Hanım’a güç bela ulaştım, sağ olsun kırmadı da bu sözlüğü yeniden yayımlama şansımız oldu.

Peral Bayaz, Bolano’nun eserlerinden (ve söyleşilerinden) alıntılarla oluşturmuş bu sözlüğü. Merak eden buradan yakabilir. Ben sözlüğün maddelerinden tadımlık serpiştireyim buraya, en sevdiklerimden birkaçı:

Arjantin: “En kötü yazarların bile doğru yazmayı bildikleri ülke.”

Başarı: “Edebiyatta olabilecek en beter uyuşturucu.”

García Márquez: “Bir sürü başkan ve başpiskopos tanımış olmaktan müthiş mutluluk duyan bir adam.”

Tanınmışlık: “Umurumda değil. Bitmek üzere olan (neyse ki) bu yüzyılın en önemli yazarının adı Franz Kafka’ydı, evinde bile kıymeti bilinmedi, düşünün artık, benim böyle bir aptallıkla uğraşacak halim mi var?”

Alejandro Zambra, Notos’tan Çiğdem Öztürk çevirisiyle çıkan Okumamak adlı kitabında bahsediyor Bolano’dan. “Futbolcu Bolaño” başlıklı yazıdan, Paral Bayaz’ın sözlüğündeki “futbol” maddesinin, Bolano’nun “Buba” adlı öyküsünden (“Katil Orospular”un içindeymiş öykü) alındığını anlıyoruz.

“Bir gol, eğer adınız Pele değilse, karşı tarafın tanımadığınız, size hiçbir şey yapmamış kalecisine yönelik son derece bayağı ve kaba bir harekettir, buna karşılık oyuncunun kendi kalesine attığı gol bir bağımsızlık göstergesidir.” (Okumamak, s. 151)

Zambra, buradan yola çıkarak, futbol sevgisi üzerinden ilerleyen güzel bir deneme yazmış Okumamak kitabında.

Zambra da kullanıyor yazısında, Uzak Yıldız’da da geçiyor: “culé” nedir acaba diye baktım. İngilizce bir pop-kültür sitesinde buldum aradığımı. “culé” Barcelona futbol takımının taraftarlarına deniyor, eyvallah, ama anlamı nedir? Neden Uzak Yıldız’daki anlatıcı, dedektife söylediğinde gülüşüyorlar, dedektifin hoşuna gidiyor bu tabir?

Meğer şöyleymiş: Malumunuz, Barcelona Futbol Kulübü (FC Barcelona) İspanya’nın Katalonya bölgesinin takımı. 1899 yılında kurulan kulüp, daha Camp de Les Corts (1922-1957) ve Nou Camp (1957-) stadyumları ortada yokken, maçlarını toprak sahadan hallice statlarda oynarmış. Barça taraftarları, maçları izlemek için duvarların üstlerine tüner, yüzlerini sahaya çevirirlermiş… Eh işte bütün bunlar olurken de –af buyrunuz– mabatlarını yoldan geçenlere dönerlermiş haliyle. İşe bakın siz, “cul” sözcüğü Katalanca’da mabat anlamına gelirmiş.

Roza Alkan, Şilili yönetmen Sebastian Lelio’nun “The Wonder” filmi hakkındaki yazısında şöyle diyordu: “Dünya, son yıllarda tanıdığım bazı genç Şilililerin sayesinde –misal Zambra– biraz daha sevimli dönüyor sanki.”

Ben de bir iki günlüğüne bile olsa, birkaç Şilili sayesinde dünya derdinden uzak tutabildim kendimi.

Viva Chile!

28.Kasım.22

Gökhan Arslan’ın “Kışın Kahverengi Çocuğu” kitabından:

“önceleri ne kadar güzel severdim ben
ölü çatlatan mevsimlerde, sızlayan bahçesinde evlerin
kuyusever ağzıyla dolaşırdım yeryüzünü
hiç üşenmez, gidip dublörümü öldürürdüm” (s. 235)

“işte sözcükler dedim, dünyanın en güzel şehri
önce şiire sarıldım, sana sonra” (s. 234)

29.Kasım.22

Andre Gide, “Tanrı’nın varlığını ispat etmek istemek, O’nun var olmadığını iddia etmek kadar boştur” diyor bir yerde. Ne kadar doğru. Ve inanç, tam olarak böyle bir şey, başka bir yerde dediği gibi: “Katoliklik kabul edilecek, Protestanlık hoş görülecek şey değil. Bununla beraber ben kendimi tamamiyle Hıristiyan hissediyorum.”

1914 yılının Mayıs ayında, “Çamların gölgesinde, derin bahçeleriyle nazlı bir gül, sâfiyet gülü” olarak tanımladığı Bursa’ya düşüyor yolu Gide’in. Bursa’yı, bu nazlı gülü, gençliğinde görmemiş oluşuna hayıflanıyor. Yeşil Cami’ye bakıp şöyle diyor: “Ey Camiî! Nefis bir Tanrı’nın mekânısın sen.”

Ama hep din diyanet değil. Çarşı pazara da yelken açıyor Gide, dükkanlara girip çıkıyor. Kendine üç elbise alıyor Bursa’dan. Biri yeşil, biri horozibiği çiçeği renginde, diğeriyse ateş kırmızısı. Dediğine göre hepsi simli. Ateş renginde olan elbisesi için, “kuşkulu günlerimde ilhama yardımcı olsun diye giyerim” diyor.

30.Kasım.22

Okur olmayan bir yazardan bahsedemeyiz. Nedir, her okur gibi, ben de okumadan yazan pek çok yazara rastlıyorum. Eh, ilk öyküm yayınlanalı neredeyse 15 yıl oldu, 2007 yılından beri Parşömen’i yayınlıyorum. Yaşım 38, kendimi bildim bileli de okumayı severim. Dolayısıyla bir okur, yazar ve yayıncı olarak biraz tecrübem olduğunu söylemek kibirden sayılmasın. Okur olarak eksiğimizin olması, okumadığımız ve belki okumaya hiç fırsat bulamayacağımız onlarca yazar olması doğaldır. Fakat bir okur-yazar olarak kendimizi yetiştirmeye ne kadar emek verdik, mesele bu. Öyle metinler okuyorum ki (hem kitaplarda hem dergilerde) gözlerime inanamıyorum. Oranı çok yüksek: Hiç öykü okumamış insanlar öykü yazıyor. (Bunu kanıtlayamam, gerek de yok, okuduğum metinler bunu bağıra bağıra ilan ediyor zaten.) Dahası, yazdığının iyi olduğunu vehmediyor. Biraz daha dahası var: Yazdıkları yayınlanmayınca ya da beğenilmeyince katiyen aynaya bakma gereği duymuyor. Birileri onu görmezden geliyor çünkü, birileri onu kasıtlı olarak yayınlamıyor, hep haksızlığa uğruyor o… Yorucu, çok yorucu.

Notos’ta (31. sayı) yayımlanan söyleşisinde, “Salvador Allende’yi tanımış olsaydınız kendisine ne derdiniz?” sorusunu şöyle yanıtlamış Bolano: “Az konuşurdum ya da hiçbir şey söylemezdim. İktidarı elinde bulunduranlar (bu süre kısa da olsa) edebiyattan hiç mi hiç anlamazlar, onları tek ilgilendiren iktidardır. Bense paşa gönlüm isterse yalnızca okurlarımın soytarısı olmayı yeğlerim, ama iktidar sahiplerinin asla. Biraz fazla melodramatik, fazla gururlu bir yanıt oldu ama ne yapalım işin aslı bu.”

Biz yine de Allende’nin bir fotoğrafını burada, bir fotoğrafını da mütevazı Dünlük’ümüzün en başında paylaşıyoruz. Hemen yukarıdaki fotoğrafında, Fidel Castro’nun hediyesi AK-47’yle (Kalaşnikof) görülüyor Allende. Tarih 11 Eylül 1973. Bu, Augusto Pinochet yönetimindeki darbecilerin saldırısı altındaki Başkanlık Sarayı’nda çekilmiş son fotoğraflarından biri Allende’nin.

Onur Çalı