Meczup muyuz sahi? Çılgın, kaçık, deli? Yoksa delidolu hallerimizin “dolu” kısmını atlayanlar mı yaftalıyor böyle bizi?

Deliysek de, usludan yeğ değil midir delimiz? Hem hepimiz mi deliyiz, yok mu aklı başında bir kişi bile? Ne olacak bizim bu halimiz böyle?

Invisible Man[1] ile başlayan The Good Terrorist[2] ve Önceki Çağın Akşamüstü[3] ile devam eden bir turu, içinden “sol/anarşist örgüt” eleştirisi ve/veya “yeraltı mücadelesi” parodisi geçen romanlar turunu, alanının bir klasiği, Joseph Conrad’dan The Secret Agent[4] ile tamamlayalım dedik, ne hale geldik!

Neymişiz meğer biz böyle! Eline iki tabanca alıp zırvalayanlar mı dersiniz, bomba yapım kitapçıklarından derledikleri yalan yanlış bilgilerle her şeyi riske atanlar mı dersiniz, komün evinde bir oda dolusu kovanın içini bokla dolduranlar, sonrasında aralarından “iyi bir terörist” çıkınca o boku bahçeye gömüp komün evini ıslah etmeye çabalayanlar mı dersiniz, ne ararsanız var burada. Elbette bitimsiz tartışmaların ortasında akşamları barlarda/meyhanelerde toplanıp rahatlayanlar, rahatlamaya çalışırken barın/meyhanenin altındaki pavyona girip konsomatrislere âşık olanlar, siyahlığı/esmerliği ve diğer kimlikleri ile sınıf kimliği arasında bocalayanlar, teori ile pratik arasında ya da teorisizm ile terörizm arasında zırvalayanlar, çektiği bir nutukla bir anda parlayıp bir süreliğine örgüt vitrininde yer alsa da, sonrasında örgüt bürokrasisine, hantallaştırıcı analiz canavarlarına, şeflere falan takılıp kıç üstü oturanlar da eksik değil haliyle…

Tamam anladık, kahramanlarımız bu yola iyilikle, saflıkla, özveriyle, heyecanlı bir arayışla, (ön)bilinçle, umutla, tutkuyla katılıyor, gemilerini yakıyor, bu yola, bu davaya baş koyuyor. İyi ama sonrasında onları herkes kullanıyor, “yoldaşlık hukuku” falan diyenler de bundan ayrı bir yerde durmuyor, eh bir süre kullan, kullan, kullan… Onlar da bu durumdan kıllanıyor. Soru işaretleri, sürtüşmeler, tartışmalar, hesaplaşmalar derken itiş kakış başlıyor. Olmadı, kısa yol, bomba! İçeriye ve/veya dışarıya doğru devasa bir patlama…

Patlamadan arta kalanları eşeleyen yazarlar için ortak özellik, “karikatürleştirme” olabilir mi burada acaba? Ortalıkta patlamalar yaşanırken karakterlerin içi pek de patlarcasına ya da taşarcasına dolmuyor olabilir mi? Hatta bunlar bir karakter olarak pek “oluşmuyor” da ortalıkta çizgiler halinde yüzer gezer dolanıyorlar mı acaba? Yazar üflüyor, üfürüyor, onlar da uçuyor, uçuşuyor sanki… Bir portre çizme çabası içerisinde, birkaç ezber söz ve şablon görüşle karikatüre dönüşüveriyor olmasın bu insanlar? Halbuki içlerindeki gelgitleri, ruhlarının derinliklerini, görüşlerinin toplumu ve bireyi kavrayıp dönüştürme kabiliyetini, birikimleri ile gündelik yaşam arasındaki çelişkileri çözümleyebilmek, insan araştırmasına dalabilmek, gelgitlerin ortasında gerçekten gideni ve gelmekte olanı anlatabilmek… Asıl önemli olan bu değil mi? Hep yüzeysel tipler mi bunlar, hep mi zafiyet içerisinde, hep mi naif, hep mi bir yanılsamanın peşine takılıp giden türden, hep mi kaçık?

Büyük bir iradeyi ortaya koyması, gerçeğe dönüştürmesi gerekenlerin, iradesiz/inisiyatifsiz sürüklenip durmasına ne demeli peki? Nerede kaldı sizin o kararlılığınız, (devrimci) iradeniz ve mücadeleniz kardeşim? Neden koyverip gidiyorsunuz hep böyle? Neden sürüm sürüm sürünüyorsunuz? Tamam, beton olmanız şart değil ama şöyle biraz sağlam dursanıza!

Hikâyeyi eyleyici/yapıcı özneden çok, gözleyici/izleyici (ve yer yer saptayıcı) öznenin anlatıp durması, hep böyle bir öznenin anlatılıp durması ne olacak peki? Hayata, mücadeleye, örgüte ve her şeye gözlemci/izlenimci statüsüyle katılanlar mı var sırf şu dünyada?

İddiaların büyüklüğü ile kişilerin/örgütlerin küçüklüğü ve ilişkilerin çarpıklığı arasındaki şu koca yarığa ne demeli peki? Kahramanlarımızdaki toyluğa, ipe sapa gelmez davranışlara, bir baltaya sap olamamışlığa? Bu götü boklu çocuklar mı yapacak yani devrimi, bunlar mı kurtaracak bizi, dünyayı ve memleketi şimdi! Hadi oradan be!

Hepsi mi “humbug” bunların, hepsi mi şarlatan?

İşte böyle sıralanabilir belki, “açmazları içinde bizim çocuklar”ı anlatan romanların ortak özellikleri. Bir başkası: “Hayallerinin peşinde koşan, koşarken saçmalayan bir grup meczup” sabit, bu kişilerin “tökezleme ve saçmalama biçimleri” değişken! Bu mudur yani?

Son bir ortak özelliğe daha işaret edelim mi: Bilimsellik iddiası yahut bilimcilikle, pozitivizmle, belirlenimcilikle, matematik kesinlikle, devrimin matematiğiyle dalga geçme fırsatı elinize geçtiğinde kaçırmayasınız sakın ha! Dalga, alay, parodi ya da ironi… En iyisi ve havalısı sonuncusu galiba, zira “ironi dediğiniz ümitsizliğin nezaketi”, diğerleri illa ki sarkar yahut sırıtırken, en sağlam, en derinden ümitsizliği o yayabiliyor gibi.

Örneklendirmeye mi geçsek biraz da: Conrad’ın Gizli Ajan’ında yoldaş Ossipon’un araştırmacı doktor kişiliği ve bomba imalatçısı Profesör karakteri özelinde bu “pozitivist-bilimci kaçıklık” doruğa ulaşıyor sanki. Dar ve anarşist çılgınlar örgütünde, her bir gizli örgüt üyesi ve onları fıştıklayan uluslararası ajanlar ayrı birer illüzyon peşinde değil mi? Ne oluyor peki sonuçta; patlatması için bir bomba tutuşturarak eline –hem de bilimsel kesinlikler için önemli kabul edilen bir yerde, Greenwich’de– yarım akıllı ve masum bir çocuğun ölümüne sebebiyet veriyor şu koskoca “bilimsel akıllı” adamlar!

Hadi bilimcilikten geçtik, akılcılık da mı suç, o da mı faydasız kardeşim? Öyleyse, tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor işbu faydasızlık, İyi Terörist’te. Boşuna girilen kavga ve mücadeleler, nafile ıslah ve reform çabaları, boşuna çekilen kürekler diyarı… Eh, hep harikalar diyarına gidecek değil ya, teröristler diyarında bu kez Alice’imiz! Üstelik yine bir evin içinden geçip giriliyor âleme!

Ah şu bizim iyi kızımız, ah, iyi eğitimli, iyi bir hayat yaşayan ailesinin meleği, iyilik dolu prensesimiz nereden düştü ki bu mendeburların arasında, nereden de âşık oldu devrimci geçinen şu toy ve pasaklı çocuğa? Terk edilmiş, işgal edilen, komün evine dönüştürülen bir evde tertibi, temizliği, iyiliği sağlayan kişi olma rolü de Alice’imize düşüyor neticede. Ne olmuş yani, bahçesinde ebruli hanımeli açan çiçekleri olmasa bile, güzel bir evimiz olsa. En azından bok olmasın içi yahu, evde kovalara birikenler bahçeye gömülsün, elektriğiydi, sıcak suyuydu ayarlansın, kapıyı çalan polisler idare edilebilsin, ilgili otoriteler ikna edilebilsin… Kabul edilebilir olsun işte kamu otoritesi nezdinde evimiz, madem gelip yerleştik, yıkılmasın bari.

Tabii bu tür tali işlerin peşinden koştururken yumuşayıp düzen içine falan çekilmemeye de dikkat etmeli, şunu da bir an bile aklımızdan çıkarmayalım ki hepimiz “bir son nokta koymak istiyoruz şu s.ktiğimin, bok çuvalı, leş, yalancı, zalim, ikiyüzlü sistemine”, öyle değil mi? İyi de olsak, kötü de, sert çocuklarız iyinin ve kötünün ötesinde. Toyluktu, amatörlüktü, çocuksuluktu, şapşallıktı, IRA gibi bir örgüte başvurup acemilik yüzünden geri çevrilmekti, şuydu buydu, olur öyle şeyler… Bir Lenin alıntısına sığınıp girişeceğimiz büyük “terör” eylemine gerekçe de üretebiliriz, bir bomba yapım kitapçığından yeterli malzeme de ama her durumda dikkat etmeliyiz, bizi yönlendirmeye ve manipüle etmeye çalışan casuslar fink atıyor sonuçta ortalıkta. Casuslar cephesinden bakıldıkta, küçük örgütler arasında dolanıp Sovyet Rusya’ya eğitime gidecek arkadaşları özenle seçmeliyiz!

Evet, bu ajan işi, yani gizli saklı güçler, bilinmezlikler, çözülmesi gereken polisiyemsi bilmeceler falan önemli. Hem akıcılık/sürükleyicilik açısından hem karakter inşasındaki boşlukları “dışsallıklar”la doldurmak bakımından.[5] Kahramanlarımız acemiliğin ötesine pek geçemezken, onları fark edip kullanan birileri olmalı zaten mutlaka, öyle değil mi?

Hayatın içinde, yaşadıklarının somutluğunda, bilinçlenme anlarında “onlar”ı yakalayabiliyor Görülmeyen Adam’daki siyahi başkahramanımız: “Onlar” işte: “beyaz adamlar, otorite, tanrılar, kader, koşullar… siz artık daha fazla çektirmelerine müsaade etmeyene dek tutup iplerinizden çeken şu malum güçler”. Sonra bu farkındalıkla “isyan” ediyor “onlar”a karşı, harekete geçiyor, Harlem’de döküntü bir evden yoksul ve çaresiz insanlar tahliye edilirken çıkıyor bir sandığın tepesine, içinden geçenleri sayıp döküyor, halkın nabzını yakalıyor, haliyle “örgüt”ün de (“kendiliğinden hareketler” yerine “bilinçli sınıf muhalefetinin merkezi”nin de) dikkatini çekiyor, teklif üstüne teklif, onlara katılıyor… Ve romanın ikinci yarısında, baştan aşağı örgütün kısıtları, muhafazakârlığı, çekememezlikleri vb. yüzünden hayatı kararıyor.

Öteki Çağın Akşamüstü, diğer üçüne göre daha bizden elbette. “Örgütsel fedakârlıklar yüzünden katalitik sobalı evlerde geçen ömürlerimiz” çok daha tanıdık. 1970’lerdeki yükselişe, yani “büyük hayalimizin kanatlarını toprağa değdirdiği günlerin anlatılmaz duygusuna”, 1980 ve 90’larda duyduğumuz özlem ve nihayetinde gündelik mücadelemizi gölgeleyen nostalji de pek bizden.

1980 ve 90’lardaki düşüşü anlatırken şunlardan birini seçmek de yine bize özgü: “Böyle bir toplantıda harcanan kaloriyle Beyaz Ordu’ya ait bir tümenin kolayca imha edilebileceğini düşünüyordum.”[6] “Parti giderek karar metinleri mezarlığına dönüşüyordu.”[7] “Sermayeye öfkenin, orada somut bir karşılık bulamayınca sol içinde, örgüt içinde patlaması yaşanıyordu.”

Genelde bize özgü bunlar, yerel. “Bazen tüm düşüncemizin yaptığımız seçimlerin meşrulaştırılmasına hizmet edip etmediğini düşünmemiz[8] ise daha evrensel.

Sonuçta “ümitsizliğin nezaketi” olarak ironi, hem yerel hem evrensel: “Devrim sözcüklerle başlar, silahlarla devam eder ve kongrelerle sona erer.”[9]

Zamanında bu “ironi” yahut “alaycılık” konusunu irdelerken başka kitaplara da uzanmışız, biri yine Lessing’den:

“Doris Lessing, Altın Defter’inin satır aralarındaki tartışmalarında, bu alaycılığın kökenlerine inmektedir. İngiltere’de ve sömürgelerinde komünist mücadele yürüten çevrelerin, siyasal etkileri geriledikçe, örgütleri çözüldükçe, hayal kırıklıkları biriktikçe… dilleri de sivrilmekte, alaycılıkları keskinleşmektedir.

Bir noktadan sonra hayal kırıklığı içerisinde debelenenler, mücadeleyle birlikte kendilerini de bitirmektedir. Alman yönetmen Fassbinder’in artık neredeyse deyim haline gelen film adı ‘korku ruhu kemirir’den hareketle söylersek, ‘alay, örgütü kemirmektedir’: ‘Eskisi gibi çok çalışıyorduk ama buna artık durmadan derinleşen bir alaycılık eşlik ediyordu. Resmî toplantılarımızın dışında yaptığımız şakalar, söylediklerimize ve inandığımızı sandığımız şeylere ters düşüyordu… Bir süre sonra ‘yoldaş’ sözcüğünü, ‘hepimizin yaptığı gibi ironik bir nostaljiyle’ söylemeye başladık.’

Kanserli hücrenin tüm bedeni sarması ya da ümitsizliğin esiri olunup tüm değerlerin hançerlenmesi peşi sıra gelmektedir. Hem alaycılığı beslemekte hem ondan beslenmektedir. Milan Kundera’nın Şaka’sı, edebî değeri bir tarafa, bu ‘numara’nın şahikalarından biridir. ‘Aslında her şey büyük bir yanlış anlamaya dayanarak, gözlerimizin önünden, avuçlarımızın içinden, ayaklarımızın altından nasıl da kayıveriyor; bir şaka yapıyoruz, hayatımız değişiyor’ diyen kahramanlar, özeleştiri görüntüsü altında, pişmanlıklarını dile getirip düşmanlıklarını bilemektedir.”[10]

Evet, yazıya konu olan dört romanının dışına çıkıp yenilerine uzanmaya başladığımıza ve bu böyle daha çok uzayıp gidebileceğine göre bağlamaya çalışalım artık. Birilerine, bizim çocukların “normal insanlar” olduğunu anlatmaya, onları ikna etmeye, “normal insanlar dönemi başlasın artık” diye çağrılar yapmaya falan niyetli değiliz elbette. Normal olmakta değil ki mesele; içimizdeki sıra dışılığın ve/veya kaçıklığın klişelere, kalıplara, karikatürlere, eleştirel görünümünün altında ümitsizlik yayan anlatılara, yani tam anlamıyla “normal” olana sıkışıp kalmaması, dolu dolu, delidolu, taşarcasına anlatılması derdimiz… Ve hiç kuşkusuz, usludan yeğdir delimiz!

Ali Mert


[1] Ralph Ellison, Penguin Modern Classics, 2016. Türkçesi Görülmeyen Adam, çev. Mehmet H. Doğan, İletişim.

[2] Doris Lessing, Fourth Estate, 2013. Türkçesi İyi Terörist, çev. Zeynep Sirer, Kırmızı Kedi.

[3] Ömer F. Oyal, Ayrıntı, 2012.

[4] Joseph Conrad, Penguin Popular Classics, 1994. [Önde gelen bazı yayınevlerinden Türkçe çevirileri: Casus, çev. Ünal Aytür, İş Bankası Kültür Yayınları; Gizli Ajan, çev. Süha Sertabiboğlu, İmge; Gizli Ajan, çev. Hasan Fehmi Nemli, İletişim; Muhbir, çev. Erhun Yücesoy, Can].

[5] Bir parantez daha açalım karakter inşa etmenin önemine: İster gerçek kişilerden bir esinlenme olsun ister tümüyle kurmaca, daha belirgin, bütünlüklü ve tutarlı bir biçimde oluşmalı roman kahramanı okurun aklında; sallantıda ya da sürüklenen bir kimlik olabilir elbette, standart dışı bir tip, kötü bir teorist iken iyi bir terörist, başkaları arasında sırıtan biri, takıntılı, inançlı, inançsız, girişken, utangaç, hızlı devrimci, nihilist vb. vb. mesele o değil. Ana karakterin yanındaki yan karakterlerin farklı türden sıra dışılıkları, kaçıklıkları falan da değil. Hepsi bir arada “karikatür hatları”nın ötesine geçebilmekte mesele, bir nebze de olsa derinleşebilmekte, gerçek hayatta yaklaşık karşılıklar bulabilmekte ya da gerçek hayattaki karşılıkları sorgulatabilmekte, daha kalıcı “kimlikler” ile daha yüzer gezer “kişilikler”i ayırt edebilmekte, kahramanların ve anlatının kıvamını aynı anda oluşturabilmekte mesele… Karakterlerin bilincinde, o bilincin akışında, bu akışın bizi bir yerlere götürebilmesinde, tefekkürde, çağrışım yeteneğinde, düşünce ve izlenimlerin bizim düşüncelerimizi de yeni ufuklara doğru sürükleme gücünde…

[6] Ömer F. Oyal, Önceki Çağın Akşamüstü, Ayrıntı, 2012, s. 118.

[7] A.g.e., s. 127.

[8] A.g.e., s. 13.

[9] A.g.e., s. 90.

[10] soL dergisinin eski basılı halinde (2000’lerin başı) “Didiklenmiş Kitaplar” köşesinde kaleme aldığım “Nasıl ayrılır birbirinden ironi, mizah, parodi? Şimdi, hadi şimdi…” başlıklı yazıdan.