Toplantıya beş dakika kala salondaydık. Müdire, pazartesi sabahı ilk görevi için hazırlıklıydı. Açlıktan daha önemlisi ayılmak olduğu için hepimizin gözü masadaki kahvedeydi. Bakışlarımızı fark eder etmez “Birer kahve?” diye sordu. Odadaki kasvet dağılmış, rütbe atlamışız da bir eşitlik hakim olmuş gibi duruşumuz değişmişti.

Ellerinde iki fincanla “Ah bu Danca dili” diye gülerek geldi içeri. Anlamaz bakınca açıkladı. Duvardaki çizelgede bir çocuğun hânesine “Klappe” yazılmış, bütün öğretmenler bir araya gelmişler “Tobias’ın nesi var? Onu neden alkışlayacağız?” diye soruyor, yetmiyor tuhaf teoriler geliştiriyor, karışıklık için herkes bir fikir ortaya atıyor. Sonunda Tobias bulunuyor. Gözünde bir bantla! “Klappe”nin göz kapağı olduğu anlaşılıyor, çocuğun gözüne dikkat etmeleri gerektiğini koridorda beş dakika beyin fırtınası yaptıktan sonra anlıyorlar.

Müdire pek keyifli, dillerinin hınzırlıklarını anlatırken:

Geçen gün de öğretmenlerden biri arka bahçeden içeri “død” diye bağırmış. Bütün çocuklar çığlık çığlığa kaçışmış. Küçükler ağlamaya başlamış. Çıktık dışarı ölü arıyoruz, “Esben” dedik, “Hani nerde ölü? Ne ölüsü?” Esben gülmeye başlad​​ı. “Død”[1] (Ölü) demedim “Dør” (Kapı) dedim deyince yine sinirlerimiz gevşedi. Gülerek çocuklara olanı izah etmeye ​​çalıştık.

Sesin harfe baskın çıktığı, ana dilinde insanların gün boyu birbirine “Ne dedin? Ne dedin?” (Hvad siger du?) diye sordukları, kendileriyle bile anlaşmakta zorlandıkları bir dil.

Laz ayakkabı tamircisi, Egeli dolmuş şoförü, plazalı meeting set eden Berk ve Çetinceli Döne yengemizle aynı dilde konuşmaya çalışıp anlaşamadığımızı hatırlayabiliriz. Bu aynı dilde anlaşamama, bir rahatlama kaynağı değil, aksine tuhaf bir araştırma dürtüsünü beraberinde getiriyor. Noam Chomsky’nin dil kuramında bahsettiği üzere, bebeklik evresinde evrensel dil yetisine sahip olan çocuklar, seslerin kelimelere dönüşmesiyle kültürel olarak yaşadıkları yerin dil özellikleriyle kodlanıyorlar. Bu yüzden Tayvanlı, Vietnamlı, Koreli, Çinli kısaca Asyalılar tıslatma tını fazlalığı dışında, İngilizce telaffuzda “R/L” seslerini ayırt edemiyorlar. Böyle düşününce bir dilin, yalnızca kendi resmi devlet sınırlarına bağlı olmaksızın, onu konuşanların coğrafi kökenine göre kendi içinde ağızlara ayrıldığını uygulamalı olarak deneyimlediğimizi söyleyebiliriz. Hindistan, İspanyol, Fransız, Yunan, Çin ve Rus İngilizcesi telaffuzunda görülen bariz farklılıkta olduğu gibi.

İnsan, dil gelişiminde içine doğduğu kültürün baskın harflerini tatbik etmeye aşina olduğundan, yeni bir dil öğrenirken de çene-dil-ağız hareketlerini bu ilk öğrendiği dilin çerçevesinde deneyebiliyor. Dil bilimciler akademik çalışmalarında, yeni bir dili doğal, anadil seviyesinde öğrenmenin üst eşiğinin 8-12 yaş aralığında olduğunu belirtiyor. Bundan bağımsız, beynimizin dil gelişimi için işleyişi bireyin onu kullanma eğilimine göre çeşitlilik gösterebiliyor, bu da bu aksansız olarak ikinci bir dili konuşma becerisinin üst limitini kişinin bilişsel yapısına bağlı olarak yukarı çekebiliyor, 18-23 yaş aralığına örneğin.

Danca dilinin anlaşılır konuşma edinimi için önerilen idmanlar arasında kelimeleri telaffuz ederken ağızda kalem tutmak var. Evet, ağzın biçimi daha çok kapalı bir yapıda tutularak, karından konuşurcasına, çıkacak sözcükleri söylemek istemezmişçesine mırıldanmak, hatta kaba tabirle sözcükleri gevelemek. Bir başka diksiyon idmanı ise ağzınızın içinde sıcak patates tutarak konuşmak. Bu sonuncusu şaka gibi gözükse de ciddiye alıp uygulayanlar var ve işe yararlık payı yadsınamaz.

“Ağzında yemek varken konuşma evladım” sözü Danimarka’da devre dışı. Hatta tam olarak, en sevmediğiniz yemeği düşünüp onu yediğinizi hayal edip yerken de bundan nefret ettiğinizi ağzınız doluyken tiksinerek anlatmak gibi bir yüz ifadesiyle çıkmalı sözcüklerin çoğu. Çirkinleşmenin vazgeçilmezliği. Çirkinleşmekten korkanların yanlış anlaşılmaya mahkum olduğu bir dil. (Her ne kadar çabalasalar da çirkin gözükmüyorlar ki o ayrı bir estetik başlığın konusu). Alt çenenin aşağı doğru gerginleşip dilin alt dişleri iterken beliren “tiksinme ifadesi” olmaksızın çıkarılamayan “D” sesi.

Fonetiğin kaslara dayattığı bu burjuva zihniyeti, semantiğin oluşumundaki ikilemlerin varlığına da yol açmış olabilir. Bir dil düşünün ki sevgiliye seslendiğiniz kelimeyle aynı anda vergilerinizi ödeyebiliyorsunuz. “Skat”in İngilizce (Treasure) ve Almanca (Schatz) karşılığı “Hazine” demek ve Almancada da Danca’daki gibi “Sevgili” manasında kullanılıyor. “Skat”in ikinci anlamı yalnızca Danca’da “vergi” (İngilizce: Tax, Almanca: Steuer) olarak ge​​çiyor. Semantik bize, dilin mantık örgüsünden izler aktarıyor. Karnımızda kelebekler uçurtan bulunmaz bir “hazine” olan sevgili, gittiğinde “vergi”sini gözyaşıyla ödetiyor.

Tuhaf yanlış anlaşılmalar, bir dili öğrenmede cesaret kırıcı mıdır? Bence değil. Çünkü o sırada salgılanan stres hormonu sayesinde aradan on yıl da geçse o kelimenin bağlamını, anlam çeşitliliğini unutmuyor insan. Yaşanılan travmatik bir deneyim olmadıkça, çoğu kazalar üzerinden zaman geçtikçe komik birer anıya dönüşüyor. Dilde yanlış anlaşılmalar (bilhassa yeni öğrendiğiniz bir dilde), harcadığınız enerji ve zaman israfına göre utancın boyutunu da belirler. Buraya kadarki anlaşmazlıklar neyse ki sonunda gülümsemeyi doğuran türden.

Örneğin, bir keresinde okullarda günler öncesinden pankartlarla “Bedsteforældre Dag” günü ilan edilmişti. Her sözcüğü sözlükten öğrenmek yerine nasılsa yaşayarak öğreneceğizcilerden biri, bu bitişik sözcüğün anlamını “En İyi Ebeveynler Günü” olarak çevirdi. Festival günü okula gittiğinde tüm çocukların nene ve dedeleriyle birlikte gelmiş olduğunu gördü. Öğretmenlerden birine şaşkınlığını ifade etti ve aslında o günün “Büyükanne Büyükbaba Günü” olduğunu anladı. Bedsteforældre “en iyi” (bedste) ve ‘ebeveyn’ (forældre) kelimelerinin birleşmesiyle oluşan yeni kelimenin kullanım alanının anneanne/babaanne ve dede için belirlenmesi de oldukça manidar. Kelimenin etimolojisinde, günümüz modern aile yapılarında ebeveynlerin kendi çocuklarına karşı otoritelerini kaybetmemek için daha sert tutum sergilemesi yatıyor. Buna karşın, nene ve dedeler ​çocukları daha çok alttan alıp şımarttıkları için çocukların gözünden seçilmiş kelime, onlara her koşulda iyi davranan “En İyi Ebeveyn: Nene ve Dede.”

Türkçede “çok güzel” anlamına gelen el hareketini bir İtalyana yaptığınızda, ciddileşip “hayır bir problemim yok, senin var mı?” diye karşılık vereceğini bilmek gerekir. Kültürler arası farklılığın gündelik hayatın her noktasında cereyan edeceğini düşünürsek, çok kültürlü yerleşim yerlerinde onulmaz hoşgörü elçilerine dönüşmekten başka çare yok gözüküyor.

Danca’daki bir diğer rasyonel semantik çözümleme ise “gift” kelimesi. Hem “evlilik” hem de “zehir” anlamına geliyor. Germen dillerinin benzerliği burada karşımıza çıkıyor; “gift” kelimesi Almancada da “zehir” demek. İngilizcede ise “hediye” anlamında. Buradaki tarihi oluşumu tahmin etmek için Britanya ve Saksonya krallarının birbirleriyle iletişimleri düşünülebilir. Bundan beş yüzyıl önce meydana gelen, Britanya kralının hediye ettiği bir kılıcın ucunda zehir taşıması gibi.

Romeo & Juliet (Ford Madox Brown)

Danimarkalıların evliliklerini istatistiklerden okuyacak olursak, şimdiye dek Danimarkalı çiftlerin %41,8’inin evlilikleri boşanmayla sonuçlanmış. Kim aldığı hediyenin büyüsüne kapılıp ardındaki olası tehlikeleri göz ardı etmez ki… Evlilikte de bir süre sonra süslü paketler ortadan kalkar ve zehir ortalığa saçılır. Evlenemedikleri için zehir içip sonsuzlukta kavuşmayı seçen Romeo ve Juliet’in, zehri evliliğe giden yolda bir araç olarak kullandıklarını görüyoruz.

Sistemik psikodinamik yaklaşımlardan da bahsetmeden olmaz. Nüfus yoğunluğu kalabalık toplumlarda suç oranı da fazla olduğundan, kamusal kurallara uymakta oldukça zorluk çekiyorlar. Örneğin “sigara içilmez” yazan ceza tabelasının hemen önünde sigara içen onlarca insan görebiliriz yahut “buraya çöp dökülmez, sakız yapıştırılmaz” uyarılarının aksini söylemişçesine bir yığın çöp ve sakız görebiliriz. Buna mukabil ceza uyarı dili de katılaşır, keskinleşir ve emir kipleri içerir. Sistemik terapi yöntemi bize olumlayıcı dilden söz eder, burada Dan toplumunun bir ilkesi de bu olumlayıcı dayanışma dili olarak göze çarpıyor. Örneğin okuldan eve giden bir çocuğa arkasından öğretmeni, “Hey çantanı unuttun!” diye seslenmez. Onun yerine, “Hatırla çantanı” der. Unuttuklarını kabul ederler, ama olumsuzu söylemezler. Ya da iş yerinde ortak mutfak kullanım alanında “Buzdolabının kapağını açık bırakma” yerine “Kapağı biraz güçlü ittir ki, uzun süre kullanalım” der.

II. Dünya savaşı sonrasında, 1948’de Danimarka bir dil devrimi gerçekleştiriyor, halk oylamasıyla alınan yeni kararlarla Nazi istilasında maruz kalınan Almanca dilbilgisi benzerlikleri azaltılıyor (isimlerin büyük harf yerine küçük harfle başlaması gibi). Bunun yanı sıra isimlerin cinsiyetleri ü​​çe değil, ikiye ayrılıyor ve biyolojik cinsiyetten farklı bir dil temeline dayandığı belirtiliyor. Almancadan farklı olarak “en” ortak artikel (kadın-erkek diye ayırmak yerine) ve “et” cansızlar için tarafsız artikel şeklinde. Bu, dilde tasarrufun yanı sıra toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir devrim olarak da kabul görüyor. Örneğin “husmor” yani “ev hanımı” kullanımına eş olarak, “husfar” yani “ev erkeği” kelimesi de modern çalışma kültüründe cinsiyet eşitliğini destekleyen yeni kelimelerdendir.

Yanlış anlaşılmaların örnekleri elbet bu deneme yazısında, kelime sayısının bize izin verdiği ölçüde ele alınmıştır. Bu örneklerden en akılda kalıcısı en komiği, en müstehceni, en üzücüsü, en gülüncü, en romantiği olabilir. Meselenin özüyse bu yanlışların nihayetinde dili öğrenmemize bir kapı aralamasıdır.

Gül Özen


[1] Dancada “d”ler yumuşaktır, Fyn adası aksanında ise söylenmeden yutulur.