“Hitchcock, gerilim ile korku arasındaki ayrımı güzel özetleyen bir metafor kullanır: Bir filmde, hiç beklemediğimiz bir anda bomba patlarsa yüreğimiz ağzımıza gelir ve korkarız fakat iki kişinin konuştuğu bir masanın altında ne zaman patlayacağı belirsiz bir bomba görürsek kadrajda, gerilmeye başlarız.”

II. Dünya Savaşı, insanlığın yaşadığı en büyük travmalardan biri olması ve görece yakın zamanda tezahür etmesi nedeniyle pek çok sanat eserinin merkezinde yer almaya devam ediyor. Bu ikinci büyük savaş, güç kavgasının ne boyutlara çıkabildiğini, güç sarhoşluğunun metodik bir yaklaşımla birleştiği zaman aklın tahayyül edebileceğinin çok üzerinde facialara sebep olabildiğini gösteren somut kanıt olarak insanlığın hafızasında büyük bir yer kaplıyor. Aynı sene içerisinde çıkan ve oldukça büyük bir ilgi gören iki film, Oppenheimer ve The Zone of Interest (İlgi Alanı) bu anıların daha epeyce deşileceğinin, bu bereketli toprağın daha epey mahsul vereceğinin habercisi gibiler.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Filmi izledikten sonra İlgi Alanı’nın gördüğü ilgiye epeyce şaşırdım. İzlemesi çok kolay bir film değil, zira filmin geneline bakıldığında olan bir şey yok aslında. Geniş bir seyirci kitlesinin takdirine mahzar olan filmlerdeki başı sonu belli olaylar silsilesi, İlgi Alanı’nda yer almıyor. Peşinen söylemem gereken bir diğer düşüncem ise şu: Genel kanının aksine ben filmden pek etkilenmedim, filmde orijinal bir unsur olduğunu da düşünmüyorum. Bu tip filmlerle ilgili konuşurken çok dikkatli davranmakta fayda var, zira konunun ahlaki yanı ile filmin etkileyiciliği rahatlıkla birbirine karışabiliyor. Bazı filmler, kitaplar merkezine aldıklarına konuları irdelerken ahlaki boyutta öyle bir noktada dururlar ki onlardan etkilenilmemesi ahlaki perspektiften bakıldığında da aynı görüşte olunmadığı anlamına gelebilir. Bir sanat eserini kendi iç dünyasında değerlendirirken yapılan en büyük hatalardan birinin de bu olduğunu düşünüyorum açıkçası: Ahlaki anlamda doğruysa, sanatsal açıdan da iyidir. Hayır, öyle olmayabilir. Hatta doğru yerde duran filmlerin aynı zamanda iyi olabilmeleri için daha fazla çaba harcamaları gerekir, sulanmaya oldukça meyilli bir noktadadırlar zira. Holokost, bu anlamda en dikkatli olunması gereken konulardan bir tanesi; zaten doğru bir yerdeyim, neden fazla çaba harcayayım ki! Taşlanma pahasına, bu konudaki olumsuz anlamda en güzel örneklerden birinin Spielberg’ün Schindler’in Listesi olduğunu düşündüğümü, yeri pek gelmese de, belirtmek isterim.

Jonathan Glazer’ın filmi The Zone of Interest (İlgi Alanı) En İyi Uluslararası Film dalında Oscar ödülüne değer görüldü.

Jonathan Glazer’ın filminin tamamen bu tatta olduğunu iddia edemem, yaptığı denemelerden biçimsel boyut üzerine de düşünüldüğünü, materyalin kaba bir şekilde doğranıp önümüze atılmadığını anlıyoruz ama sanki biraz aceleci bir şefle karşı karşıyayız. Tarif tam oturmamış gibi; malzemeler iyi, fakat yeterince pişmemiş bir tabak geliyor önümüze. Filmin ritmiyle ilgili önemli ölçüde soru işaretleri yaratan kısımlar var. Glazer, sahneler arasındaki bağlantıyı kasten oldukça gevşek tutuyor ki bunun yaptığı doğru tercihlerden bir tanesi olduğu kanaatindeyim.

Gece görüşünden gördüğümüz kısımlar, ayakkabılarını çıkartıp saçlarını açan kadını izlediğimiz sahne ile yönetmen anlamsal bağın seyirci tarafından kurulmasının istediğini, alışılagelmiş film gramerinin tamamen dışına çıkmasa da yeni yapıların peşine düştüğünü söylüyor bize. Filmin bu kadar sevilmesine dair ilk şaşkınlığım da aslında tam olarak bu; böylesi gramer denemeleri, büyük izleyici kitleleri tarafından genelde pek hoş karşılanmaz. Sinemayla ilgili katıldığım eğitimlerden bir tanesinde, sinema sanatının geliştiği ilk yıllarda, bugün oldukça kolay kabul ettiğimiz, bize açıklanmasına bile lüzum görmediğimiz bazı gramer kurallarının aslında pek anlaşılmadığını, yeni aletle yapılan sanatın cümlelerinin nasıl bağlandığını bilmeyen seyircinin anlamsız gözlerle perdeye baktığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Sinema perdesinde önce bir bina gören, ardından bir odada konuşan iki kişiyi izlemeye başlayan ilk izleyiciler bu iki sahne arasındaki bağlantıyı kuramıyorlar, “Film şu anda bana ne anlatmak istiyor?” diye birbirlerine bakıyorlardı. Bugün hepimiz, aynı sahneyi gördüğümüzde o binanın içine girdiğimizi ve artık, o binanın içinde konuşan iki kişiyi izlediğimizi biliyoruz. Oysa ilk izleyiciler için birbiriyle organik bir ilişkisi olmayan iki görüntü söz konusuydu. Ezcümle, bugün bizim için oldukça sarih olan bağlantılar, ilk izleyiciler için tam bir muammaydı. Montajlanarak önlerine konan görüntüler yumağı, ancak gramer belirli ölçüde genele yaygınlaşabildiğinde, insanlık sinema gramerinde belirli ölçülerde uzlaşabildiğinde anlamlı bir bütün oluşturmayı başardı ve sinema, giderek hayatımızın bir parçası haline geldi. Biz bugün bu kodları, gramer kurallarını a priori biliyoruz.

Glazer, İlgi Alanı’nda, bu grameri bütünüyle zorlamasa da farklı cümle yapıları kurarak, bazı cümlelerin sonunu getirmeyerek birbiriyle bağlı olması gereken bazı cümlelerin arasını açarak anlamı bizim tamamlamamızı, toplamamızı istiyor. Bunu ne ölçüde başardığını söylemek biraz zor, açıkçası film bittiğinde kafamda epeyce olumsuz soru işareti oldu. Bu sorular, filmin damağımda bıraktığı tat üzerine düşünme isteği uyandıran derinleşme sorularından ziyade, filmde ritmik bir hata varmış da bunu ifade etmem için kendime yöneltmem gereken sorular bulunuyormuş hissi uyandıran, olumsuz sorulardı. Henüz kafamda yanıtlarını tam oluşturamadığım için bu sorulara şimdilik girmemeyi tercih ediyorum. Filmin başından itibaren oldukça zekice kullanıldığını düşündüğüm bir noktanın üzerinde durmak istiyorum: Ses. İlgi Alanı doğru kullanıldığı zaman ses unsurunun bir filme nasıl derinlik katabileceğine dair iyi bir örnek.

Bu kadar konuştuktan sonra yazının başına dönelim: Filmin konusu! Glazer’ın epey ilgi gören filmi, Auschwitz kampının en uzun süreli kumandanı Rudolf Höss’ü ve onun aile yaşantısını merkezine alan bir film. Aile, kampın hemen dibinde yer alan bir lojmanda yaşamını sürdürür; biz kabaca bu aile yaşantısına tanıklık ederiz. Birçok Holokost filminin aksine bu kez duvarların içinde değil, dışında konumlanırız. Glazer, filme derinlik katan bir tercihte bulunur ve bizi tuhaf bir kontrastın içine atarak seyre davet eder. Biz, Frau Hedwig Höss’ün deyimiyle dışarıdan büyük görünse de aslında küçük olan, bizdeyse bir çeşit cennet hissi yaratan evin perspektifinden filme dahil oluruz. Burada tanık oluruz demememin özel bir sebebi var: Film boyunca aslında hiçbir zaman şiddete tanık olmayız ama Glazer, sesi etkin bir unsur olarak kullanmasına yarayan tercihi sayesinde bizi tüm şiddetten haberdar eder ve bu, bizi daha çok yaralar. Biz Hösshause’de keyfimiz yerinde çimlere basıp oynarken duvarın arkasından çığlıklar, kurşun sesleri, çaresiz haykırışlar ya da Nazi subaylarının öfkeli bağırışları kulağımıza çalınır fakat bu, o kadar incelikli bir şekilde yapılır ki duvarın arkasındaki dramdan bihaber olan bir kişi, bir çeşit inşaat çalışması yapıldığı intibaına kapılabilir.Öyle ya, birkaç metre ötede bir insanlık dramı yaşanırken Hössfamilie sanki bunlar hiç yaşanmıyormuş gibi hayatlarına öylece devam etmektedir, herhalde bir inşaat çalışması mevzubahistir: Ustalar, çıraklarına bağırır, belki bir yerlerde taşları kırmak için bazı patlayıcılar kullanırlar, muhtemelen behemehal tamamlanması gereken bir iş vardır zira işçiler ölümüne çalışırlar!

Biz buzlu camın ardındakileri görmek için gözlerimizi kısıp bakmaya başladığımızda durumun vahametini kavrarız: Hedwig Höss ile annesinin konuşmalarındaki satır aralarını dikkatli okuduğumuzda, toplumda bir hiyerarşi değişimi olduğunu ve ilginç bir intikam ateşinin çoktan yakıldığını görürüz: Eskinin alt tabakası, şimdinin efendisi olmuştur, eskinin zenginlerini batırabildiği kadar dibe batırmaktadır ve bu güç gösterisinden gizlemeyepek de gerek duymadığı bir keyif almaktadır. I. Dünya Savaşı’ndan boynu bükük çıkan Alman halkı, “Siz hepiniz asilsiniz, çünkü Almansınız!” diyerek içlerindeki kartalı uyandıran badem bıyıklı bir despotun peşinde, müstakbel şaşaalı günlerinin epik umuduna tutunarak yerden kalkmış ve ona Versailles Antlaşması’nı dayatanlardan öcünü almaya, belki kendisi de farkına varmadan, ant içmiştir. Artık mazlumun zulmü, en tehlikeli şiddet gösterisi başlamak üzeredir. Duvarın arkasında zuhur eden tam da budur: Versailles’ın mazlumları, tekrar muktedirdirler! Hössfamilie, bu ordunun önde gelen neferlerinden biridir. Hedwig Höss’ün hizmetçisiyle konuşurkenki “İstesem hepinizi küle çeviririm!” iddiası boşuna değildir, zira bunu yapmaya sahiden muktedirdir! Hizmetçiler, boyunlarını eğip bu durumu kabullenmek zorundadırlar; bu, onların kaderidir. İkinci Reich’ın kanadı kılık kartalı, gamalı haca tutunarak tekrar yükseklere uçmaya ve üçüncü Reich’a doğru süzülmeye başlamıştır. Geride kalanlar, bu vahşi kuşun uçuşunu hayranlıkla seyretmek ve ona biat etmek zorundadır. Hössfamilie bu gururu, argo tabirle, dibine kadar yaşar.

Bu, işin bir kısmı; kötülüğün sıradanlığı tamlamasıyla özetlenebilecek bölümü… Görüntü yerine sesler üzerinden ilerleme, eğer bir görüntü kullanılacaksa da bunu (nehir sahnesinde olduğu gibi) belli belirsiz yapma Glazer’ın kurmaya çalıştığı dünyanın etkisini arttırır. Bir şeylerin ters gittiğini sezeriz ama o şeylerin ne olduğunu tam tanımlayamayız, film devam ettikçe şiddetten haberdar olarak irkilmeye başlarız. Özellikle sesler üzerinden kurulan buzlu cam belirsizliği, filme derinlik katan bir biçimsel tercih olarak öne çıkar. Peki ses bizi neden bu kadar etkiler? Neden görüntüden daha etkin bir uyarıcıdır?

Ses mühendisi Fuat Domaniç, yönetmen İlker Canikligil ile yaptığı “Ses Manyakları” programlarından bir tanesinde sesin bizler için önemini şöyle açıklar: “Bizler, anladığım kadarıyla (…) doğadaki tehlikeleri görenlerin değil, uzaktan duyanların torunlarız.”Tehlikeyi görmek, artık onunla karşılaşmak anlamına gelir ki bu aşamada yapılabilecek çok da bir şey kalmamıştır fakat tehlikeyi duymak, gerekli önlemleri alabilmek için az da olsa bir vakit tanır insana. Doğada aslanı gören bir ilk insan için artık kaçacak bir yer yoktur ve muhtemelen gördüğü son görüntüdür. Oysa aslanın çıkardığı sesleri duyan ilk insan için kaçma, saklanma, hatta kafasını yeterince iyi kullanırsa rol değiştirip avcı olma ihtimali bulunmaktadır. Tehlikeyi gören değil, onu işitip gerekli önlemi alan hayatta kalır! Belki de bu nedenle ses, bizler için çok daha başat bir unsurdur. Uzaktan da olsa bir çığlık duymak, derhal teyakkuza geçmemize neden olur: N’oluyor! Tehlike mi var? Ben de tehlikede miyim? Kısa bir süre içerisinde tehlikenin muhteviyatını öğrenemezsek müteyakkız kalmamızı; kaçmaya, saklanmaya, dövüşmeye, korunmaya hazır olmamızı sağlayacak bir stres vücudumuzda birikmeye başlar. Neden hâlâ göremedim? Bana da bir şey olacak mı? Bitti mi yoksa devam ediyor mu?Hitchcock, gerilim ile korku arasındaki ayrımı güzel özetleyen bir metafor kullanır: Bir filmde, hiç beklemediğimiz bir anda bomba patlarsa yüreğimiz ağzımıza gelir ve korkarız fakat iki kişinin konuştuğu bir masanın altında ne zaman patlayacağı belirsiz bir bomba görürsek kadrajda, gerilmeye başlarız. Gerginlik, korkudan çok daha güçlü bir duygudur. Hele bombanın saatinin tik taklarını duyar fakat bir türlü kaynağını tespit edemezsek durum bizim için çıldırtıcı bir noktaya doğru gitmeye başlar. Ses ikazdır, süreklilik arz ederse bu kırmızı alarm demektir!

Glazer, duvarın arkasındaki belli belirsiz seslerle bizi sürekli rahatsız eder, gerginliğimizi artırır ve muhayyilemizde bir gerçeklik yaratır. Bu ses dünyası bizi, şiddeti bizzat görmemizle kıyaslandığında daha fazla huzursuz eder; zira ilkel beynimiz, tehlikenin yaklaştığına dair sinyaller göndermeye başlar. Cennet bahçemizde, dışarıdan büyük görünse de kutu kadar olan evimizde huzur içinde otursak da dışarıdan gelen ve bizi tedirgin eden sesler, ilkel beynimizi teyakkuza geçirir. Montaigne bir denemesinde, kocaman bir kayanın altında onun düşüp düşmeyeceği tedirginliğiyle beklemektense ölmeyi yeğ tutacağını söyler; o belirsizlik ve sürekli olarak ölüm korkusuyla yaşamak, ölümün kendisinden daha beter bir ızdıraba sebep olur. Benzer şekilde, kulağını duvarın ardındaki seslere istemsizce kabartan bizler de işkencecilerin yaptıklarını görmekten daha beter bir rahatsızlığa sürükleniriz. Oralarda bir yerlerde, kötü bir şeyler olmaktadır ve o kötü şey artık her neyse, her an oklarını bize de döndürebilir. Tam da bu sebeple kendimizi hazırlamak, mümkünse korunmak için pürdikkat o sesleri dinlemeye ve anlamlandırmaya çalışırız: Görmediğimiz bir yerden bir kurşun sesi geliyorsa bir sonraki hedef neden biz olmayalım? Birileri çaresizlikle haykırıyorsa bir sonraki çığlık neden bizim boğazımızdan çıkmasın? Birileri öfkeyle, ağızlarından salyalar saçarak bir başkasına bağırıyorsa o küfürlerin boca edileceği bir sonraki yerin bizim yüzümüz olmayacağını kim garanti edebilir? Glazer’ın sesi kullanma biçimi, biz farkına varmadan bizi ele geçirir. Bu manipülatif ses kullanımı, aynı Haneke’nin Funny Games’inde ya da 2000’li yılların başında yayımlanan The Blairwitch Project’te olduğu gibi çıldırtıcı bir etki yapar. Montaigne’nin kaya metaforunda olduğu gibi, korku en nihayetinde sönümlenir, diğer yandan tedirginlik, usta bir manipülatörün elinde sonsuza dek uzatılabilecek bir duygudur. Glazer, filmdeki olağanüstü ses kullanım tercihiyle bu tedirginliği üst seviyeye çıkarır, cennet bahçesi lojman görüntüsüyle de iki duygu arasında ciddi bir kontrast yaratır. Biz neye güveneceğimizi bilemeyiz: Dışarıdan gelen ve müteyakkız olmamızı muştulayan seslere mi yoksa bir cennet bahçesi gibi resmedilen, bürokratik dertler dışında pek mutlu görünen ailenin huzuruna mı? Bence bu kontrast ve seslerle kurulan ortam, Glazer’ın sinemanın enstrümanlarını kullanma biçimini gösteren güzel örnekler.

Diğer yandan, filmde önemli bir ritm problemi olduğunu düşünüyorum. Bu gevşek bağlantı noktaları nedeniyle çok daha uzun bir film izlemeyi beklerken aniden bitiveren, yukarıda da belirttiğim gibi, pek çok olumsuz soru işaretini zihinde bırakan bir film olduğu kanaatindeyim İlgi Alanı’nın. Film bittikten sonra, damağımda kalan lezzetin bileşenlerini anlamaya çalışmak yerine, yemekte eksik olan şeyin ne olduğunu anlamaya gayret gösterdiğimi söyleyebilirim. Glazer’ın dünyası, damakta kalıcı bir iz bırakma potansiyeli taşıyan, fakat biraz daha üzerine düşünülmesi gereken bir tarifin onu paylaşmak için heyecan duyan aceleci bir şefin elinde yeterince olgunlaşmadan servis edildiği izlenimini oluşturdu bende. Belki tüm malzemeler doğru ancak güzel bir zeytinyağlı gibi biraz daha dinlenmesi ve eksikliklerin tespit edilip son dokunuşların da yapılarak servis edilmesi gerekiyordu, bilemiyorum. Sanırım bir süre, İlgi Alanı’ndaki sasılığın nedenini anlamak için filmin karelerini zihnimde gezdireceğim.

Deniz Kıral