Halil Yörükoğlu, 2017 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “dikkate değer” bulunmuş, yayımlanan üç kitabıyla okurların beğenisini kazanmış önemli bir yazar. Benim de yayımlanan öykülerini ve günlüklerini kaçırmamaya çalıştığım Yörükoğlu, sosyal medyada da ilgiyle takip ediliyor. Gördüğüm kadarıyla, kendisinin yeni bir kitabı çıkacağında sevinen ve merakla bekleyen bir kitle var. Bu, yolun başındaki bir yazar için büyük bir başarı.

Yörükoğlu’nun öykülerini ben 80’lerde ve 90’larda hepimizi ekran başına kilitleyen yerli dizilere benzetirim. Herkesin birbirini tanıdığı bir mahallede gündelik dertleri, küçük mutlulukları, hayal kırıklıkları, umutları olan insanlar yer alır Yörükoğlu’nun öykü dünyasında. Sonu nasıl biterse bitsin onun öykülerini okumak iyi gelir insana.

Halil Yörükoğlu

İlk kitabındaki seviyeyi ikincisinde de koruyan yazar, “Şu An Saat Kaç?” adlı yeni öykü kitabında Amerika’ya göç etmiş insanların yaşamından kesitler sunuyor bizlere. Edebiyatımızda göç konusunun pek işlenmediği düşünüldüğünde kitap sadece bu bakımdan bile büyük bir önem taşıyor. Gurbette yaşanılan sıkıntılar ve bunların insanlar üzerindeki etkilerini gözler önüne süren Yörükoğlu, ilk iki kitabındaki anlatım biçimini ve üslubunu bu eserinde de sürdürmüş. Onu yakından tanıyan okurlara, kitabın kime ait olduğu söylemeden bir öykü okuduğunuzda bunun Halil Yörükoğlu’na ait olduğunu artık kolayca tahmin edebilirler. Bu, daha üçüncü kitabını yayımlamış genç bir yazar için azımsanmayacak bir başarı. “Şu An Saat Kaç?” gayet hoş, keyifle okunan öykülerden oluşuyor. Kuşkusuz sevenleri onun yeni kitabını da çok beğenecekler.

Ama bu kadar. Bundan sonrası yok.

Halil Yörükoğlu iyi bir öykücü. Sabah uyanıp gece başını yastığa koyana kadar öykü düşündüğü belli. Gün içinde karşılaştığı insanlar, olaylar, okuduğu bir haber, belki atılan bir tweet, izlediği bir dizi… Her şey onun radarında. Bir öyküyü doğru yerden başlatmayı, onu büyütmeyi iyi biliyor ve nerede sonlandırması gerektiğinin de gayet farkında. İşte tam da bu noktada Yörükoğlu kendisine yani yeteneğine haksızlık ediyor.

“Şu An Saat Kaç?” kitabındaki son beş öyküye geldiğimde geri kalanını okumak konusunda isteksizdim zira kitap benim için bitmişti. Neden? Çünkü ne anlatırsa anlatsın öyküler artık bana aynı tadı vermeye başlamıştı. Kitapta ilerledikçe, yeni bir öyküye başladığımda kendime, “Ben bunu daha dün okumamış mıydım?” diye sorduğum anlar oldu. Çoğu öyküde karakterler farklı olsa da sanki hep aynı kişiler vardı satırlar arasında. Mesela ilk öyküde karşımıza çıkan şu kahve seven, mahcup karakter birçok öyküde karşımıza çıkıyordu. Bu benzerlikler karakterlerin davranışları dışında, kullanılan ifadeler üzerinden bile doğrudan görülebiliyor.

Birkaç örnek vermek istiyorum:

Kitabın ilk öyküsü Cumartesi’de kahramanımız Laterna Kafe’ye gidiyor. Orada Sevda adında Ahıska Türkü bir barista var ve onunla ilgili şöyle düşünüyor: “Sevda olmasa bu kafeyi bu kadar hızlı sever miydim bilmiyorum. Ama onun devrik ve bozuk Türkçesi, ara ara ettiğimiz sohbetler çok hoşuma gidiyordu.” (s.7)

Güvercin öyküsünde, eşiyle birlikte güvercinin takla atışını seyreden öykü kişisi şöyle düşünüyor: “Ben bir güvercine, bir de onun gözlerine bakıyorum. İkisi de hoşuma gidiyor.” (s.13)

Para Kazandım Sonra Aşık Oldum öyküsünde bir müşterisi ile ilişki yaşamaya başlayan klima tamircisine kulak verelim şimdi de: “Güldü. Sinirli diyeceğim ama değildi de. Gülmek ona çok yakışıyordu. Saçları tişörtün yakasını ıslatmıştı.” (s.20)

“Gülümsüyordu. Saçları ensesinin bittiği yerdeydi.” (s.20)

“Çok güzel gülüyordu ve teni güneşten kaçmışçasına beyazdı. Saçları Latinlere benzemiyordu, düz sarıydı.” (s.20)

“Her şeyi unutuyor, yeniden hatırlıyordum. Aklıma gelen her şey o yapınca hoşuma gidiyordu.” (s.21)

Gülünce Gözleri Japon’a Benziyordu öyküsünde legal olmak için arkadaşının sevgilisiyle evlenen kahramana sözü bırakalım şimdi de: “Gülünce gözleri Japon’a benziyordu.” (s.29)

Bu ifade birkaç yerde daha geçiyor.

“İstediklerini belli etmeyi seviyordu. İmadan hoşlanmadığını fark etmiştim. Direkt konuya giriyordu ve bu benim çok hoşuma gidiyordu.” (s.31)

“Bana göre daha sakin biriydi. Komikti ama sakindi. İkisi bir arada olunca çok tatlı oluyordu.” (s.36)

Gene bir kadın-erkek ilişkisinin anlatıldığı Cimri adlı öyküden:

“Aslında şortlu ve evde sık giydiği tişörtü ile çok tatlı görünüyordu. Saçları topluydu.” (s.64)

“Biraz uzaklaşıp onu izlediğimde ağaçların arasında kıpraşan bir kuşa benziyordu.” (s.65)

Hep yakın ifadeler kullanan ve benzer yaklaşımlar içinde bulunan karakterlerin çoğu ne tesadüf ki kadınların saçlarına da takmış durumda.

Evet… Üçüncü kitabında, diğer iki kitabından sıyrılıp kendisinden bir sıçrama beklerken ilk defa bir Halil Yörükoğlu kitabını yarıda bırakmayı düşündüm. Bunun nedenleri üzerinde düşünürken yukarıda açıklamaya çalıştığım benzerlik sorunu dışında aklıma bir seçenek daha geldi.

Kitabı okuduğum sıralarda şöyle bir şeyle karşılaştım: Yörükoğlu sosyal medyadaki paylaşımında, Güvercin isimli öyküsünü yazarken ağladığını belirtiyordu. Yazar gerçekler ile hayaller arasında mekik dokuyabilir. Bu kitaptaki öykülerini kurarken Yörükoğlu’nun Amerika’da yaşadıklarına tutunduğu ortada. Ve görünen o ki içinde bulunduğu duygu durumu o kadar yoğun ki özlediği, acıdığı, hoşlandığı insanları yazarken yaşadığı hissiyat ona yetiyor. Ancak yanılgı da işte tam olarak burada başlıyor çünkü o öykülerin içindeki karakterleri okurun tanımadığını, dolayısıyla da kendisinin yaşadığı o yüksek duygu yoğunluğunun okura geçemeyebileceğini unutuyor.

Yazarken ağladığını söylediği Güvercin öyküsünü düşünüyorum. Yazarın bu öyküyü yaratırken içinde bulunduğu duygu durumunu ele alalım. Memleket hasreti, orada tutunma çabası, hayvan sevgisi ve o güvercinin kaybolmasından sonra hissedilenler… Bunları düşündüğümüzde belki de yazar için kusursuz bir öykü bu. Peki bu kusursuzluk aynı duygu durumu içinde olmayan okur için de geçerli mi? Okur, hikaye edilen olaylara yazar kadar yakından bakabilir mi? Acaba Yörükoğlu hayatında hiç güvercin beslememiş ya da güvercinlerden illallah etmiş birinin öyküdeki çok sevdiği hayvanını kaybettikten sonra bulan ve böğüre böğüre ağlayan öykü karakteri gibi ağlayabileceğini mi düşünüyor? Bir filmde vurucu bir sahnenin hemen arkasından giren fon müziği gibi bu ağlamaların, böğürmelerin öykünün niteliğini arttıracağını düşünüyorsa Yörükoğlu oldukça yanılıyor. Yazar kendine şunu sormalı, bir öyküyü yazarken ağlamak o metnin nitelikli bir öykü olduğu anlamına gelir mi? Mavi Kuyumculuk öyküsünde de olduğu gibi, karakterlerin böğüre böğüre ağladığını yazmak yerine Yörükoğlu’nun bunu o öyküyü okuyan okurun zihninde canlandırmayı başarabilecek ifadeleri bulması daha yerinde olmaz mıydı? Yazarın öyküsüne dışarıdan biri gibi bakması zorunluluktur. Kurmaca duyguyla değil akılla yazılır. Şunu da eklemeliyim, Yörükoğlu’nun güvercin üzerinden (tesadüf bu ya!) komşusunu Yunan yapması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir kolaycılık.

Bir diğer durum daha var…

Yörükoğlu’nun sosyal medyada paylaşılan öykü ve günlüklerini takip etmeye çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla Yörükoğlu yazdıklarıyla gayet mutlu bir yazar. Eğer sosyal medyadaki “beğen”ilerin verdiği hoşnutluk kendisine yetiyorsa şimdiden geçmiş olsun. Yörükoğlu umarım yeni tamamladığı öykülerini sadece yazdıklarını beğenen bir kitleyle paylaşma gafletine düşmüyordur.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bu kitabı okuduğum sırada bu yıl içinde çıkmış başka bir öykü kitabını daha okuyordum ve kıyaslayınca şunu fark ettim ki Halil Yörükoğlu iyi ki yazıyor. Ancak yazarın kendisine şunu sorması lazım: Acaba on yıllar sonra benim kitabımdan hangi öykü akıllarda kalacak?

Halil Yörükoğlu bir yol ayrımındadır. Ya onu seven okurların beğenileriyle yetinip yeteneğinin altında kalan öyküler yazmaya devam edecek ya da bu meseleye kafa yorup her yazdığı kitapta daha da büyüyerek tekrar tekrar okumak isteyeceğimiz, unutulmaz öyküler yazacak…

Çağdaş Küçük