87df2-11407136_463422700500760_8902491560223463498_n

İlk aşk… İlk dize… İlk imge… İlk uçurum… İlk şiir… İlk ölüm…

Sahi adı var mıydı o masalın? Anneannemin tül kalbi değil miydi masalların en güzelini yorgun akşamlara anlatan? Ve hangi denizin hangi koynundan çıkıp gelmişti periler ülkesine ve ruhuna imgenin? Hangi ormanın hangi düşüydü gördüklerimiz? Yoksa ben hiç yaşamamış mıydım, bütün bu olup bitenleri? Sanırım kıyısından köşesinden geçtim bu baharın. Belki de tam ortasındaydım bu düş çemberinin. Evet, evet anımsıyorum, o papatyanın tam ortasında kayalar yetiştirmiş ve bütün kuşluklarımın vaktini sadece bunun için harcamıştım. Sadece bir minik imge peşinde geçecekti ömrüm. Bir minik ıslık boyu kadar yol alacaktı hayallerim. Bunu bilerek dayadım göğsümü dağlara. Bunu bilerek kırlarda barut kokusuyla sığırcık avlayanlara kızıyordum.

O tarihlerde çok fazla ölüm vardı etrafımızda. Her tarafımız kuş ölüsü sürüsüydü. Ve kenar süsü ölüsü gibiydi arkadaşlarımız. Kulaklarımızın kenarından kurşun sesleri ve dumanı demir balyozların durmadan vızır vızır geçiyordu. Biz çocuktuk, anlamadık. Anlamak istedik, fırsat vermediler. Her gün bir kuşun gagası yeniden kırılıyordu ve arkamızda bıraktığımız günlerimiz bizi daha çok denize itiyordu, onun bilinmeyen çokluğuna.

Boyu bizden uzun gölgemizle yaşıyorduk.

Sığınmak için kimimiz çakıl taşlarını, kimimiz imgeden şemsiyelerimizi, kimimiz de kalplerimizi açıyorduk fırtınalara ve depremlere direnmek adına.

Bazılarımız çırılçıplak dolaşıyordu alnında yıldızdan ışığıyla. Tam da hedef olmak için bir kitabın iç dağlarına çıkarken vuruluyordu kimi kez bazılarımız. Bunu bilerek yapıyorlardı. Bunu sevdikleri için yapıyorlardı. İnsanı ve insana ait ne varsa, işte onları sevdikleri için…

Bazılarımız imge okyanusunda boğulmayı tercih edenlerdi. Her kararlı imge, bir onulmaz kurşun gibi yaslanıyordu düşlerine onların. Sanırım ben de onlardan biriydim. Bulutlarını aralayıp baktığımda ömrümün, bunu görebiliyorum flu bir zenci kuğunun omzundan.

70’li yılların sonlarına doğruydu. Biraz da 80’li yılların başı. Bu kaos ve boran mevsiminde, bu sis kuşağının buğulu denizinde şiirlerimi ve yazılarımı yeni yeni ulusal dergilerde (Dönemeç, Türkiye Yayınları, Yarın, vs.) yayımlıyor, ustalarıma şiirlerimi okutuyor, onların uyarıları, yoldaşlıkları ve uyarılarını alıyor, kendi dize yolumu nasıl görebilir, onu nasıl aydınlatabilirim diye bazen hızla, bazen de usul usul nefes alıyordum.

Geceleri, son noktayı koyduğuma inandığım şiirlerimi dostlarıma telefonda okuyor, bazen de onlar bana okuyordu gecenin puslu sesiyle yeni şiirlerini. Karşılıklı kadeh kaldırıyorduk her dizenin sonunda. Heyecanlanıyor, seviniyor, hüzünleniyor, aşık oluyor, ayrılıyor, dizeler dizeleri kovalıyor, vapurların ıslak parmak izleri peşimiz sıra koşturuyor, martılara gevrek atıyor, yunuslar mısralarımızla yarışıyordu.

Sonra bu nefes alışlarım alışılmadık bir biçimde değişmeye başladı, sıklaştı.

1981’di. Vakitlerden erken bir vakitti…

Ve bir gün, sanırım kış mevsimiydi, Veysel Çolak “Ben haftaya Ankara’ya gidiyorum, Ahmet ağabeyle görüşeceğim. Hadi dosyanı hazırla, senin dosya zamanın çoktan geldi geçti” dedi. Ben “Ya boş ver zamana bırakalım” falan desem de dinletemedim, kendimi Veysel’le şiirlerimi seçerken, ilk dosyam üzerine çalışırken buldum.

Sevgili All marka daktilomun neydi benden çektiği. Kırmızı/beyaz şeridinin altından giriyor üstünden çıkıyordum. Yırtılıp atılan beyaz ve saman kağıtlarının haddi hesabı yoktu. Daktiloya çekilmiş bir tutam şiiri yaydık masanın üzerine bir o ayırıyor, bir ben ayırıyordum. Şu girsin, bu girmesin, şunun burasını değiştirelim, bunun şurasına dokunalım derken bir hafta geçti. Neyse, kafasını gözünü yararak Veysel’in güzel aksi zoruyla, biraz da içten içe acaba ne olacak diye gizliden bir düş ile yıkanırken ben dosyayı hazırladık, koyduk bir kenara.

Ne de olsa 80’li yılların başındaki en önemli edebiyat dergisi ve yayınevleri arasında olan arasında olan “Türkiye Yazıları” yayınları arasında çıkma olasılığı vardı ilk dosyamın.

Heyecanlıydım, evet, heyecan yerini bazen endişeye bırakıyordu. Sonra yine heyecana. Çünkü, Vecihi Timuroğlu, Gülten Akın, Metin Altıok gibi ustaların şiir kitaplarını basan bir yayınevinin editörüyle tanışacaktım.

Bir soğuk kış günü şimdi hangi semtte olduğunu anımsayamadığım bir evin kapısını çaldı Veysel. Yaşı 10-11 gibi olmalıydı bir erkek çocuk kapıyı açtı. “Baban evde mi?” diye sordu Veysel. Çocuk, “Hayır, ama şimdi gelecek” dedi. “Tamam o zaman girelim bekleyelim” dedi Veysel. Salon bir kütüphane, binlerce kitabın, derginin, rafların ortasında buldum kendimi. Üzerinde Beethoven, Mozart, Çaykovski vs. sanatçıların büstlerinin olduğu bir konsol piyano salonun en hakim yerindeydi. Veysel, dönüp çocuğa “Hadi bak Halim amcan da bir müzik hastasıdır, bize bir şeyler çalsana babanı beklerken” dedi. Ben de her hali vakti yerinde ailenin çocuğuna bir hevesle keman, piyano, olmadı hadi bir de gitar dersi aldıralım çocuğumuza demesi gibi bir hevesle, çocuğun en iyi şartlarda bir iki okul şarkısı çalacağı düşüncesiyle beklemeye başladım. Çocuk başını hafifçe çevirdi ve “Size ‘Mevlana’ adlı yeni bir bestemi çalacağım şimdi” dedi. Ben gözlerimi ve ruhumu, bakmakta olduğum pencereden alıp, hayretle ve irkilerek çocuğun bulunduğu köşeye çevirdim. Çocuk başını usulca eğdi piyanonun önüne ve 30 dakika gibi bir süreyle başını hiç kaldırmadan bir ezgi denizine, denizin dalgalarına, dalgalarından köpüklerine, bağlara, yangınlara, limanlara doğru koşturdu parmaklarıyla ve ruhuyla.

Sonra yine aynı çocuk, sanki az önce dehşet güzel bir dünyayı kendisi hiç sunmamış, piyanonun tuşlarını hamur gibi yoğuran hiç o değilmiş gibi nerdeyse eserin bitmesinden hemen sonra çalan kapıyı açmak için oturduğu tabureden kalkıp koşup gitti.

Sonunda Ahmet ağabey içeri girdi. Ve ilk editörümle tanışmış oldum.

Hemen öğrendim ki, piyanonun başında bizi inanılmaz bir masalın büyülü dünyasında gezdiren çocuk Fazıl Say’dan başkası değildi.

Hoş geldiniz faslından hemen sonra Ahmet Say, dosyamı aldı eline ve bir süre şiirleri inceledikten sonra, dosyanın genel durumunu, oluşum sürecini öğrendi benden. Veysel arada bilgi veriyordu nereden nasıl geldiğini şiirimin. Ahmet ağabey, kısa bir süre sonra dönüp, “Peki, neden ‘O Güzel Narin Gelin’ koydun adını dosyanın, hangi gelin bu, bi anlatsana” diye sormaz mı? Ben de gelinin hayat olduğunu, hayatın ise narin bir güzel olduğunu anlatmaya çalıştığımı anımsıyorum. Hiç beklemeden kararlı bir ses tonuyla, “Tamam Halim, basıyoruz.” dedi.

Bir yandan Fazıl’ın o minik ellerinin yarattığı dehşet güzel dünya, bir yandan ilk kitabımın basılacak olması düşüncesi beni başka bir evrene alıp götürmeye yetip artmıştı bile.

Bir ay sonra kitap elimdeydi. O geceyi hiç unutamam. Tuğrul Keskin, kitabı ilk görenler arasındaydı. Elimize kitap kolisini aldığımız gibi sokaklara vurduk kendimizi. Sokaklarda gazete bayilerine, kitapçılara, sahaflara beşer onar dağıtarak Konak’tan Çamdibi’ne kadar akşam boyunca yürüdüğümüzü, saatler sonra yorgunluktan bitap düşüp, son durakta da Tuğrul’un annesinin yaptığı muhteşem yemeği nasıl yediğimizi, ucuz şarap ve leblebinin tadını unutamam.

Dostlukların, dayanışmanın, paylaşımın, heyecanın, acı ve hüzünlerin, sevinçlerin çoğaltıldığı, inceliklerin ve hoşgörünün masal olmadığı yıllardı.

Güzeldi “şiir”, güzeldi “aşk”, güzeldi “erdem”, güzeldi “mücadele”, “ölüm” bile güzel gelirdi.

Kağıttan film olmamıştı Che henüz…

Halim Yazıcı

Kurşun Kalem dergisinde (Mayıs-Haziran 2015) yayımlanmıştır.