Bilgi Yayınevi, daha önce 1972 yılında yayımladığı Giovanni Guareschi’nin Don Camillo serisinin ilk kitabı olan “Don Camillo’nun Küçük Dünyası”nı okurlarla tekrar buluşturuyor. Müge Çevikoğlu’nun İtalyanca orijinalinden yaptığı yeni çevirisiyle tekrar yayımlanan “Don Camillo’nun Küçük Dünyası”ndan tadımlık bir bölümü Bilgi Yayınevi’nin izniyle yayımlıyoruz…

NASIL GELDİM BU GÜNLERE*

1 Mayıs 1908’de başlamış hayatım, olaylar arasında sürüp gitmekte…

Ben doğduğumda, annem dokuz yıldır ilkokul öğretmenliği yapıyormuş. 1949 yılının sonuna dek de sürdürdü bu işini. O zaman bölgenin papazı, bütün kasaba halkı adına, bir çalar saat armağan etti hizmetlerine karşılık. Elektriksiz, susuz ama bol hamamböcekli, sivrisinekli okullarda elli yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, çalar saatinin tik taklarını dinleyerek, hükümetin dilekçesine ilgi gösterip, kendisine bir emekli aylığı bağlamasını bekliyor şimdi annem. Ben doğduğum sıralarda, babam biçerdöverden gramofona kadar her türlü makineye meraklıymış. Benim burnumun altındakine benzer, koskocaman bıyıkları varmış. Şimdi de güzel bıyıkları var ama artık hemen hemen hiçbir şeye meraklı değil. Gazete okumakla geçiriyor gününü. Benim yazdıklarımı da okuyor okumasına ya, yazma tarzımı da düşünme tarzımı da beğenmiyor. O eski günlerde, pırıl pırıl bir adammış babam. Otomobille bütün İtalya’yı dolaşmış; hem de halkın “kendi kendine yürüyen şeytan arabası”nı görmek için bir kasabadan öbür kasabaya gittiği günlerde… O parlak dönemden bana kalan tek hatıra, arkasında sıkılacak bir lastik yuvarlağı olan bir otomobil klaksonu. Yatağının başucuna vidalamıştı babam onu, arasıra çalardı, özellikle yaz günlerinde…

Bir de erkek kardeşim var ama iki hafta önce aramızda bir tartışma geçti. Onun için ondan söz etmesem daha iyi olacak.

Bunlardan başka, dört silindirli bir motosikletim, altı silindirli bir otomobilim, iki çocuklu bir karım var.

Ailem gemi mühendisi olmamı istiyordu, hukuk okudum bu yüzden. Böylece kısa bir süre sonra, tanınmış bir afiş ressamı ve karikatürist olup çıktım. Okulda hiç kimse bana resim öğretmeye kalkışmadığı için, elbette resim yapmanın özel bir çekiciliği olacaktı benim için. Reklam resimleri, karikatürlerden sonra, tahta oyma işleri, tiyatro dekorları da yaptım.

Bu arada, bir şeker fabrikasında kapıcılık, bir bisiklet park yerinde kâhyalık da yaptım. Müzikten hiç mi hiç anlamadığım için, bazı arkadaşlarıma mandolin dersi vermeye başladım. Nüfus sayımı memurluğundaki başarım dillere destan oldu. Bir yatılı okulda öğretmenlik yaparken, bir mahalli gazetede düzeltmenlik işini buldum. Mütevazı aylığıma bir ek olsun diye, mahalli olaylar hakkında öyküler yazmaya başladım. Pazar günleri boş olduğumdan, pazartesi günleri yayımlanan bir haftalık derginin yayın müdürlüğünü üstüme aldım. İşimi elden geldiğince çabuk bitirebilmek için, yazıların dörtte üçünü kendim yazıyordum.

Güzel bir gün trene atlayıp Milano’ya gittim. Orada “Bertoldo” adlı bir mizah dergisine girmeyi başardım. Yazı yazdırmıyorlardı bana bu dergide ama resim yapmama izin vardı. Bu izinden yararlanarak, kara kâğıtlara beyaz çizgilerle resimler çiziştirip dergide geniş, iç karartıcı alanlar yarattım. Saul Steinberg Milano’da mimarlık okurken, ilk resimlerini bu dergiye çizmişti; Amerika’ya dönünceye dek de bu dergide çalıştı.

Hiç de benim elimde olmayan nedenlerle harp patladı. 1942’de, bir gün, kardeşim Rusya’da kaybolduğu ve ondan hiçbir haber alınamadığı için adamakıllı kafayı çekip sarhoş oldum. O gece Milano sokaklarında bağıra çağıra dolaşarak sayfalarca resmi kâğıt doldurmuş olduğumu ertesi gün siyasi polis tarafından tutuklanınca öğrendim. Durumuma üzülen birçok kişi, sonunda kurtardı beni. Ama polis ortada dolaşmamı istemediğinden askere alındım. 9 Eylül 1943’te, faşizmin yıkılışıyla birlikte, bu kez Kuzey İtalya’da Alessandria’da Almanlar tarafından esir edildim. Onlar hesabına çalışmak istemediğimden, Polonya’daki bir toplama kampına gönderildim. Birçok Alman toplama kampını dolaştım. 1945’te bulunduğum kamp İngilizlerin eline geçti, beş ay sonra İtalya’ya gönderildim. Esirlikte geçen günlerim, hayatımın en yoğun çalışma dönemi olmuştur. Canlı kalabilmek için elimden gelen her şeyi yapmam gerekti. “Beni öldürseler bile ölmeyeceğim” diye özetleyebileceğim bir programa kesinlikle kendimi vererek başarıya ulaştım. (İnsan kırk beş kiloluk bir kemik torbasına dönüşür; üstelik bit, tahtakurusu, pire, açlık ve hüzün de buna eklenirse canlı kalmak kolay değildir.) İtalya’ya döndüğümde, birçok şeyi, özellikle de İtalyanları değişmiş buldum. Bu değişiklik iyi yönde mi olmuş yoksa kötü yönde mi diye öğrenmek için oldukça uzun bir süre çaba harcadım. Sonunda hiç değişmediklerini anlayınca, öylesine üzüldüm ki evime kapandım. Bundan kısa bir süre sonra, “Candido” adında bir dergi kuruldu Milano’da. O zaman da, şimdiki gibi bağımsız olduğum halde, o dergide çalışmaya başlayınca kendimi gırtlağıma kadar politikaya gömülmüş buldum. Şu da var ki dergi pek değer veriyor çalışmalarıma. (Kimbilir, belki de şimdi yayın müdürü olduğum içindir bu.)

Birkaç ay önce, İtalyan komünistlerinin lideri Bay Palmiro Togliatti, bir konuşmasında soğukkanlılığını yitirerek, “üç burun delikli adam”ı icat eden Milanolu gazetecinin “üç misli aptal” olduğunu söyledi. Bu üç misli aptal benim; bu söz politika alanındaki gazetecilik çalışmalarımın en güzel değerlendirilmesi olmuştur bence. Üç burun delikli adam şimdi pek ünlüdür İtalya’da, onun yaratıcısı da benim. İtiraf edeyim ki, bir kalem vuruşuyla, bir komünistin kişiliğini canlandırabilme başarımdan gurur duyuyorum, iyi bir buluştu o. (Burnunun altındaki iki yere üç delik kondurmuştum, tamamdı.)

Neden alçakgönüllü olayım? Seçimlerden önce yazıp çizdiğim başka şeyler de işe yaradı hep. İnanmayanlar gelip baksın; tavan arasında, beni yeren bir çuval dolusu yazı var gazetelerden kestiğim.

Don Camillo’nun Küçük Dünyası pek başarı kazandı İtalya’da. Bu öykülerin ilk dizisi olan bu kitap daha şimdiden yedi kez basıldı. Birçok kişi Don Camillo’nun Küçük Dünyası hakkında uzun uzun yazılar yazdı, birçoğu da şu ya da bu öykü hakkında mektuplar gönderdi. Şimdi biraz kafam karıştı; Don Camillo’nun Küçük Dünyası üzerine kendim bir yargıya varmaya kalksam mahcup olacağım. Bu öyküler, Po Irmağı boyunca uzanan Emilian Ovası’ndaki Parma şehrinde, yani benim memleketimde geçer. Orada politika tutkusu insanı rahatsız edecek bir yoğunluktadır; ama yine de halk sevimli, konuksever, eliaçıktır. Mizah duyguları oldukça gelişmiştir. Ya bütün yaz boyunca beyinlerine vuran o dehşetli güneşten ya da kış boyunca üstlerine çöken o yoğun sistendir bu.

Bu öykülerin kişilerini gerçek hayattan aldım. Hatta kimi öyküler öylesine gerçektir ki birçok kez ben öykümü yazdıktan sonra olay gerçekten olmuş, gazeteler de yazmıştır.

Aslında, gerçek geride bırakır düşü. Bir gün, bir politika toplantısında, muhalefetin broşürlerini atan bir uçağa kızan Peppone adındaki bir komünist hakkında bir öykü yazmıştım. Peppone makineli tüfeğe sarılır ama uçağa ateş etmeye eli varmaz bir türlü. Bunu yazdığımda kendi kendime, “Fazla hayali oldu bu” demiştim. Birkaç ay sonra Spilimbergo’da komünistler ateş etmekle kalmayıp düşürdüler bile uçağı.

Don Camillo’nun Küçük Dünyası hakkında başka söyleyeceğim bir şey yok. Zavallı bir adamın böyle bir kitap yazdıktan sonra, bir de onu anlatmasını ummamalısınız.

Boyum 1.78. Olup olacağı sekiz kitap yazdım. “Böyle Kişiler” adlı bir film de çevirdim, şimdi bütün İtalya’da oynatılıp duruyor. Birçok kişi beğendi filmi, birçoğu da beğenmedi. Bana sorarsanız, umurumda bile değil. Hayatta birçok şey umurumda olmamıştır zaten. Ama bütün suç bende değil, savaştadır. Savaş içimizdeki birçok şeyi yaktı yıktı. Gereğinden fazla ölen, gereğinden fazla da yaşayan gördük. Boyumun 1.78 olmasına, saçlarımın dökülmediğini de ekleyebilirsiniz.

Küçük Dünya

Don Camillo’nun Küçük Dünyası, Po Irmağı vadisinde bir yerdedir. Kuzey İtalya’daki bu uzun vadide, hangi köye baksanız onu bulabilirsiniz. Po Irmağı’yla Apenin Dağları arasında kalan bölgede iklim hiç değişmez. Doğal görünüşün hep aynı olduğu bu ülkede, herhangi bir yolun bir noktasında durup mısır, kenevir tarlaları arasındaki bir çiftliğe bakmayagörün, hemen bir öykü doğuverir.

Öykülerimi anlatacakken, bunları neden söylüyorum sizlere? Anlamanızı istiyorum çünkü; ırmakla dağların arasındaki bu küçük dünyada, başka hiçbir yerde rastlanmayacak işler olur. Irmağın derin, hiç kesilmeyen soluğu, hem canlıların hem de cansızların havasına bir tazelik verir. Köpeklerin bile ruhları vardır burada. Bunu aklınızda tutacak olursanız, köy papazı Don Camillo’yla düşmanı komünist belediye başkanı Peppone’yi kolayca anlayabilirsiniz. Köy kilisesinde, büyük bir haçın üstünden olup bitenleri seyredip, epeyce de konuşan Hazreti İsa şaşırtmaz sizi. Birbirine kin duymadan, yolunca yordamınca birbirinin kafasını kıran iki düşmanın, sonunda ana sorun üstünde anlaştıklarını görünce de şaşırıp kalmazsınız.

Öykülerime başlarken, son bir sözüm daha var: Don Camillo’ya karşı tutumumdan alınan bir papaz çıkarsa, buyursun, elinde bulunan en büyük mumunu kafamda parçalasın. Eğer Peppone yüzünden bana içerleyen bir komünist çıkarsa, o da buyursun, orağıyla çekicini sırtımda paralasın. Yok ama; Hazreti İsa’nın konuşmalarına gücenen biri çıkarsa, işte o zaman elimden bir şey gelmez. Çünkü bu öykülerde konuşan Hazreti İsa değil, benim İsam, yani vicdanımın sesidir.

“Küçük Dünya” başlıklı yazıyı da içeren bu metin, birinci basımı Bilgi Yayınevi tarafından Eylül 1972’de yapılan “Don Camillo’nun Küçük Dünyası” adlı kitaptan alınmıştır. (Çeviri: Özcan Yalım)

 

GUARESCHİ
KÜÇÜK DÜNYA
DON CAMİLLO

ÖNSÖZ

Burada, üç hikâye ve bir alıntı ile Küçük Dünya’nın dünyası anlatılmaktadır

Gençken bir gazetede muhabirlik yapıyordum. Bütün gün bisikletimle dolaşıp anlatacak hikâyeler arıyordum.

Sonra bir kız ile tanıştım ve günlerimi, Meksika imparatoru olsam ya da ölüversem, kız ne yapardı diye düşünerek geçirmeye başladım. Akşamları sayfamı uydurma haberlerle dolduruyordum. Bu haberler, gerçek haberlerden daha gerçekçi olduğu için insanların çok hoşuna gidiyordu.

Benim kelime dağarcığımda iki yüz sözcük, ya vardır ya yoktur. İşte bu sözcüklerle, bir bisikletçinin alaşağı ettiği yaşlı adamın ya da patatesleri soyarken parmak uçlarını da doğrayan ev hanımının hikayesini anlatıyordum.

Yani edebiyat ya da başka bir ürün söz konusu değildi. Bu kitapta işte bu tür bir muhabirim ve günlük, basit olayları yazmakla yetiniyorum. Hepsini kafamdan uydurdum, bu nedenle de yazdıklarım, gerçeğe çok yakın. Birçok defa yazdığım şeyin birkaç ay sonra başıma geldiği oldu. Bunda sıra dışı bir durum yok, sadece düşünce meselesi: Tek yapmak gereken o zamanı, mevsimi, modayı ve psikolojik durumu düşünmek ve X mekânında, şu ve şu olaylar meydana gelebilir diye düşünmek.

Bu durumda, bu hikâyeler belirli bir ortamda ve zamanda geçmektedir. 1946 Aralık ayından, 1947 Aralığına kadar olan dönemde ve İtalya’nın politik ortamında. Kısacası, bir yılın politik hikâyesi.

Mekân, Po Ovası’ndaki topraklar… Burada belirtmem gerekir ki, Po Ovası benim için Piacenza’da başlar. Piacenza tek başına bir anlam ifade etmeyebilir; Emilia Caddesi de, Piacenza’dan başlar, Milano’ya kadar uzanır, sonuçta aynı caddedir. Ancak Emila Caddesi aynı zamanda Picenza’dan Rimini’ye kadar da uzanır.

Aslında caddelerle nehirler karşılaştırılamaz çünkü caddeler tarihin bir parçasıyken, nehirler coğrafyanın bir parçasıdır.

Yani?

Tarihi insanlar yazmaz, aynı coğrafyaya katlandıkları gibi, tarihe de katlanırlar sadece. Tarih ise coğrafya için çalışır. İnsanlar dağları delerek, nehirlerin yönünü değiştirerek coğrafyayı düzeltmeye çalışır ve böyle yaparak tarihe bir yön verdiklerini zannederler ama aslında bir haltı değiştirdikleri yoktur. Günün birinde hepsi yerle bir olacaktır. Sular köprüleri yutacak, barajları yıkacak, madenleri dolduracak; evler, meydanlar ve saraylar yerle bir olacak, kaldırımlardan otlar fışkıracak ve sonunda her şey yeniden toprağa dönecek. Hayatta kalanlar, ellerinde taşlarla canavarlara karşı savaşmak zorunda kalacak.

Her zamanki hikâye.

Sonra, aradan üç bin yıl geçecek ve kırk metre çamurun altında bir çeşme ve bir torna bulacaklar ve “Bunlar da ne böyle?” diyecekler.

Sonra da atalarının yaptığı aptallıkların aynısını yapmaya koyulacaklar. Çünkü insanoğlu bahtsız bir yaratıktır, her zaman ilerlemeye mahkûm edilmiştir. Bu ilerleme ile Tanrı’dan uzaklaşmaları kaçınılmazdır. Böylece, sonunda Tanrı bıkar ve serçeparmağının ucunun onda bir milimetrelik kısmıyla bir fiske vurduğu gibi dünya yerle bir olur.

Neyse, Po Ovası Piacenza’da başlıyor ve bunu yapmakla da çok iyi yapıyor çünkü İtalya’daki tek saygıdeğer nehir odur. Saygıyı hak eden nehirler ovalarda oluşur çünkü su, yatay kalması gereken bir şeydir ve sadece yatay kaldığı zaman onurunu koruyabilir. Niagara Şelalesi örneğin, tıpkı elleri üzerinde yürüyen adamlar gibi sirk fenomeninden başka bir şey değildir.

Po Ovası Piacenza’da başlıyor ve Piacenza’da da benim hikâyelerimin Küçük Dünyası başlıyor, tam Piacenza Nehri ile Appennino Dağı arasında kalan küçük toprak parçasında.

“…gökyüzü, yoğun sisin olduğu soğuk mevsim haricinde güzel bir mavidir. (…) Toprak çoğu yerde naziktir, kumlu ve tazedir, dağda ne kadar dayanıklıysa ovada da bir o kadar verimlidir. Bölgenin topraklarının bereketi sağ olsun, üzerinde sebze yetişmeyen bir avuç toprak yoktur, öyle ki egemenliği Po’nun geniş çevrelerine kadar uzanır.

Ekinlerin dalgalandığı çayırlar, üzüm bağlarından afyon tarlalarına kadar uzanır (…) bakımlı dut ağaçları bölgenin sınırlarını taçlandırır, toprağın bereketiyle gösteriş yapar (…) Meyveler, mısır tarlaları, üzümler, ipekböcekleri, kenevirler, yoncalar baş ürünüdür buraların. Burada her tür bitki örtüsü denenmiştir ama en güzel, meyve ağaçları kök salmıştır. Gür sepetçi söğütleri, sazlıklar kıyı şeridini çerçeveler ve kıyı boyunca geniş ve sık kavaklar yeşerir, aralarda kızılağaçlar ve söğütler serpiştirilmiştir. Hanımelinin mis kokuları çevreye yayılırken, bitki örtülerinin üzerlerinde toplanarak minik çan biçiminde tepecikler oluşturur.

Pek çok hayvan yetiştirilir; öküzler, iri domuzlar, kümes hayvanları, sansar ve gelinciklerce kovalanır; avcılar, tilkilerin pusuda beklediği tavşanları yuvalarından çıkarır. Bazı zamanlar havayı kumruların, beyaz gagalı kekliklerin sesi böler, çulluk kuşları toprağı gagalaya gagalaya eleğe dönüştürür. Pek çok kuş çeşidi gelip geçer. Başının üzerinden geçen aceleci kuş sürüleri görürsün, yukarı baktığında. Kışları, ördek sürüleri Po Nehri’nin üzerine yayılır. Beyaz martıların kanatları parıldar, aniden suya dalıp bir balık yakalar. Sazlıkların arasında alacalı fok sürüleri, saz horozları ve kurnaz sutavukları saklanır. Nehirde cıvıltılar duyar, balıkçıllar, kızkuşları, yırtıcı şahinler, baykuşlar görürsün. Büyük kuşlar Alp’lerden Po’nun üzerine doğru gelirken, yabancı memleketlerin esintisini getirir. Bu ovada sivrisinekler sokar seni ama muhteşem yaz akşamlarında bülbüller büyüleyici şarkılarıyla eşlik eder insana ve evrenin ilahi uyumunu, insanların boş kalbini doldurur.

Balıklarla dolu nehirde, karakeçi balıkları, açgözlü turnalar, gümüşi sazanlar, iri mersin balıkları, kırmızı yüzgeçli levrekler, kaygan yılanbalıkları, küçük bufa balıkları tarafından rahatsız edilirken hızlıca hareket ederek nehrin yukarısına doğru yüzerler. Her biri neredeyse yüz elli kilo gelir.

…Nehrin kıyısında, bir zamanlar geniş bir alana yayılan, şimdilerde ise dalgaların yuttuğu Stagno villasının kalıntıları yatmaktadır. Taro yakınlarında Stirone’den Belediye’ye uzanan alanda Fontanelle villası vardır, aydınlık ve ferah. Ana yolun Po Nehri ile kesiştiği kıyıda Fossa’ların çiftlik evi vardır. Rigosa villası kavak ve sazlıkların arasında, alçakgönüllü ve büyüleyici bir halde durur. Bu villaların arasından Roccabianca yükselir.”

Noter Francesco Luigi Campari’nin (Doktor Francesco Luigi Campari: Yüzyıllar Boyu Parma’da Bir Kale, Battei, Parma, 1910), anlattığı masalın bir kahramanı gibi hissediyorum kendimi çünkü ben, o “aydınlık ve ferah” villada doğdum.

Küçük Dünya’nın küçük dünyası burada değil ama: Belirli bir yerde değil, Küçük Dünya’daki kasaba içindeki Peppone’leri, Smilzi’leriyle, Po Nehri ve Appenino Dağı boyu uzanan toprak parçasında hareket eden siyah bir noktacık. Ama söz konusu ortam böyle bir yer. Böyle bir kasabada durup mısır tarlalarının ortasındaki koloni tarzı bir eve bakmak yeterlidir, ânında bir hikâye doğar.

Birinci Hikâye

Ben, Bassa’daki Boscaccio’da, babam ve on bir kardeşimle yaşıyordum. Ailenin en büyüğüydüm, on iki yaşıma yeni basmıştım, en küçüğümüz Chico da daha iki yaşındaydı. Annem her sabah elimize bir sepet ekmek, bir çuval elma ya da tatlı kestane verir, babam da hepimizi avluda sıraya dizer, Pater Noster duasını yüksek sesle okuturdu. Sonra yola koyulur, güneşin batışıyla eve dönerdik.

Tarlalarımız uçsuz bucaksızdı. Bütün gün koşsak bile sınıra varamazdık. Babam pek konuşmazdı, önüne üç koca saman balyası koysak, bir bütün sıra asmayı toplasak bile ağzını bıçak açmazdı. Bizler yine de kendimizi zorluyor, sıkı çalışıyorduk. İri gözleri, küçük pembe ağzı, kıvrım kıvrım kirpikleri ve alnında düşen bukleleriyle melekleri andıran iki yaşındaki Chico bile meşguldü. Menziline giren bütün kaz yavrularını yakalıyordu.

Bu yüzden fabrikaya her sabah sepetleri ölü civciv, tavuk, kaz yavrusu dolu yaşlı kadınlar geliyor, annem de her ölü hayvanın yerine canlısını veriyordu.

Arazimizde dolaşan bin tavuğumuz vardı ama bir tane pişirecek olsak, satın almamız gerekirdi.

Annem başını iki yana sallar, ölü kaz yavrularını canlılarıyla takas ederdi. Babam ise suratını asar, uzun bıyığını…