Sina Akyol’la iki yeni kitabının yayımlanma arifesinde konuştuk. Sözün yolu bugün yazılan şiirden 70’lere, Arkadaş Z. Özger’den Asım Bezirci’ye, kuşak tartışmasından “beyaz geceler”e uzandı…

Onur Çalı

sinakyol

Melih Cevdet Anday, “Akan Zaman Duran Zaman” adlı anılar kitabındaki “Adları Atlamak” başlıklı yazısında yeteneksiz ozanlardan açar ve bir yerde şöyle der: “Belki de günün birinde artık okunmamak bütün iyi ozanların yazgısıdır. İşte yeteneksiz ozanla iyi ozanın özdeş oldukları yer burasıdır. Hatta yeteneksiz ozanlar olmasa, iyi ozanlar da olmaz denebilir; çünkü şiirin ne olduğu değil, ne olmadığı tanımlanabilir ancak.” Salâh Birsel de “Şiir maydanoz değildir” der. İlk şiiriniz 1967’de yayımlandığına göre yarım asırdan fazladır şiirle hemhalsiniz. Siz ne dersiniz: Şiir nedir, ne değildir?

Vaktiyle, yaklaşık olarak, şöyle demiştim: “Şiir, kahve-konyakla alınacak bir incelik değildir. Çünkü şiir, kalın bir inceliktir.”

Bugün de aynısını söylerim.

Yaklaşık olarak, şöyle de demiştim: “Şiir tanımlanamaz. Böyle dememe rağmen, ‘Şiir kalın bir inceliktir’ diye bir tanım yaptığıma göre, düpedüz çelişki içinde olduğum söylenebilir. Doğrudur, ama şiirin doğrusu eğridir.”

Devam edeyim: Salt duygu şiirin safrasıdır. Şiir salt duyguyla yazılmaz. Bir ‘dil kurma’, o dille bir ‘yapı inşa etme’ işidir çünkü şiir. Dolayısıyla ayrı bir aritmetiği, matematiği, geometrisi vardır.

Anday ustayla -özellikle bugünkü koşullarda- aynı görüşte değilim. Çünkü “yeteneksiz şair”, hayatımıza giren ‘sosyal medya’nın da itici gücüyle, “iyi şair”den daha fazla okunuyor, okunacak.

İşte tam da burada, ‘şiir okuru’ konusu, pat diye veya güm diye düşüveriyor orta yere. (“Orta yer” ifadesi yanlış oldu; orta yerde okunmuyor çünkü şiir, köşe-bucak demeliydim.)

Şiirin ne olmadığını layıkıyla açıklayabilirsek, ne olduğunu açıklamaya da az-biraz yaklaşabiliriz. Ama bu “az-biraz yaklaşma”, şiirin tanımını yapmış olduğumuz anlamına gelmez, gelemez. Bazı ‘şeyler’in ‘tartışılmaz tanımı’ yapılamaz çünkü. Şiir de o bazı “şeyler”den biridir.

Sıradan şairler -nicelik açısından söylüyorum- iyi şairleri her zaman ezip geçer. Sıradan mimarlar da, sıradan aşçılar da öyle eder. Şiirin giderek daha da az okunacak bir edebiyat türü olduğuna sahiden inanıyorum. Varsın öyle olsun, iyi şiiri -yine nicelik açısından söylüyorum- az sayıdaki ‘iyi şiir okuru’ (ortodoks şiir okuru) okur, okuyacaktır.

Ben tabii eksik sordum. Melih Cevdet, “Yetenek, sabrın ve özeleştirinin ürünü olmalı” da diyor bahsettiğim denemesinde. Yine aynı denemesinde, bir anısından yola çıkarak, mealen, yeteneksiz ozanların, şiirin rastlantısal bir şey olduğu yanılgısıyla ve “belki beğenilir” umuduyla şiir okumaya çok hevesli olduklarından açıyor. Sizin söylediğiniz “sosyal medyanın da itici gücü”, eskinin şiir okumalarını ikame ediyor sanırım. Sosyal medyada “paylaşmanın” sınırı yok. Eskilerin uzun uzun şiirlerini okudukları gibi, şimdinin “yeteneksiz” şairi sosyal medyayı koymuş olabilir bunun yerine. İkisinde de bir izleyici kitlesi hedefleniyor. Burada bence kilit öğe “özeleştiri”. Özeleştiriyi tetikleyebilecek şeylerden biri de kişinin kendisine dışarıdan bakabilme yetisi. Kendisi bakamıyorsa, onun “eserlerine” birilerinin dışarıdan bakıp eleştirmesi elzem. Geldik mi şiir eleştirisine… Genel olarak şiir eleştirisi ne durumda sizce? Eskiden nasıldı, şimdi nasıl? Siz kendi şiir yaşamınızda eleştirilerden nasıl faydalanıyorsunuz?

Yetenek dediğimiz şey ‘Allah vergisi’ midir, yoksa sabrın ve özeleştirinin ortaklaşa ürünü müdür, sahiden bilmiyorum. Cahilâne söyleyeyim, ‘yetenek’i genlerle açıklamak daha ‘doğru’ geliyor bana, deyip geçeyim.

O makaleyi biliyorum. Melih Cevdet’in anısı yakından tanık olduğum bir olayı hatırlattı bana: Cahit Sıtkı Tarancı’nın eşi Cavidan Hanım, Babamın yönetici olarak görev yaptığı kurumda çalışan, herkes tarafından takdir edilen emektar bir memureydi. Cavidan Hanım ve sanırım aynı kurumda çalışan ikinci eşi, bir akşam yemeği için evimize davetliydiler. Babam, Anneme, “Beyefendi de şiir yazıyor” şeklinde bir açıklama yaptıktan sonra, beyefendiye dönüp “Bize bir şiirinizi okur musunuz” dedi. Beyefendi, “Çok isterdim, ama hiçbir şiirimi ezberden okuyamam, müsaade ederseniz eve gidip alayım şiirlerimi, evimiz sizin evinize çok yakın, beş dakikalık mesafede, en geç on beş dakika sonra geri dönmüş olurum” demez mi? Ne yapacağını şaşırmıştı babam; “Aman, zahmet etmeyin, bir başka sefere inşallah” şeklindeki cümlesi hiçbir işe yaramadı; beyfendi bir kez daha izin isteyip geri dönmek üzere ayrıldı evimizden, ne var ki gidişi-dönüşü on beş dakikayı değil, kırk beş-elli dakikayı buldu. Okuduğu her şiiri kibarca alkışlıyorduk tabii ki. Bu alkışlar mı haydalamıştı acep onu, yanında getirdiği bütün şiirlerini okumuştu, bir saat filan sürmüştü beyefendinin ‘şiir suaresi’.

Sosyal medyaya değinme nedenim şu: O alanda nitelikli adresler elbette yok değil, ama elbette eser miktarda. Çoğu adres vıcık vıcık halde. Yaşayan her üç Türk vatandaşının dördü şiir de yazdığı için ve yaşayan her üç Türk vatandaşının on üçü sosyal medyaya da girdiği için, şiirden geçilmiyor ortalık. (Sosyal medya hayatımızda yokken nasıldı peki durum? Epey eski tarihli bir İzmir gazetesinden bir ilân… Üst başlık şöyle: “İşssiz şairlere müjde”. Alt başlık: “Bir şair aranıyor”. İlanın metnini de aktarayım: “Fuar Ada Gazinosu sosyetik tavernasında aşk, kadın ve içki mevzuunda dâvet edildiği masalarda şiir söyleyebilecek bir şaire ihtiyaç vardır. Ücret kabiliyetine göre verilecektir.” Konuyu değiştirmeden: Ataol Behramoğlu’nun Bir Gün Mutlaka adlı kitabında Amcam Şair Ben Şair başlıklı bir şiiri vardır, pek severim o şiiri.)

Kişinin kendisine dışarıdan bakabilme yetisi özeleştiriyi tetiklemez, özeleştirinin ta kendisidir çünkü bu yeti. Ayrıca, sağlıklı eleştiri, bu yetiye sahip olanlar için de gereklidir. Yani sadece bu yetiden yoksun olanlar için gerekli bir şey değildir eleştiri, çünkü özeleştiri yapabilmiş olan şairin de önünü açar sağlıklı eleştiri.

Hüseyin Cöntürk ayrı bir okuldu. İleri yaşında erken bıraktı eleştiriyi. Asım Bezirci inanmış bir solcuydu, ama 60’lı-70’li yılların gençlerine, her şeye ‘toplumcu gerçekçi’ perspektiften bakılmasını öğütlediği, dahası o gençlerin çoğunu da buna inandırdığı için, fazlasıyla zaman kaybettirdi. Mehmet H. Doğan’a da geleceğim elbet; çünkü bir yol açıcıydı O. Yazdıkları şiirin yanı sıra poetika üzerine de düşünen, eleştirel yazılar da yayımlayan şairlerden oluşan çevreyi değil, “eleştirmen” kimliğiyle ‘tanıdığımız’ kişilerden oluşan çevreyi esas alacağım burada. Ancak, uzatmamak için tek bir örnekle yetinecek ve Orhan Koçak’a getireceğim sözü. Haklı olarak, tek tek kitaplardan yola çıkmıyor Koçak; bir çerçeve çiziyor, o çerçevenin içini dolduruyor. Birden fazla şairden söz ettiği için ‘farklı’ diyebileceğim Kopuk Zincir adlı kitabına da geleyim: Kopuk Zincir; Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Ece Ayhan, Süreyya Berfe, Mehmet Taner, İzzet Yasar, Abdülkadir Budak, Enis Batur, Haydar Ergülen, Mahmut Temizyürek, Komet, Necmi Zekâ ve Bedirhan Toprak’ın şiirlerinin-kitaplarının konu edildiği makalelerden oluşmuş. Lütfen dikkat, on yedi şairin adı var yukarıdaki listede. On yedi şair üzerine yazmak-yazabilmek yıldırıcı iştir. Ayrıca kolay iş olmasa gerektir eleştiri. (Böylece, sorulmuş olmasa da, “Günümüzde şiir eleştirisi mi var?” şeklindeki itirazî soruya da cevap vermiş oldum.)

Sorunun son bölümüyle ilgili olarak: (Daha fazla uzatmamak için tek bir örnek vermekle yetineceğim.) Orta yaşlarımda katıldığım bir şiir ödülüydü. Seçici kurul üyeleri, ödül şartnamesi gereği, tercihlerini niçin o şekilde yaptıklarını gerekçeli olarak açıklamak zorundaydılar. Açıklanan gerekçeler bir dergide yayımlandı. Hepsinden yararlandığımı söyleyebilirim. Ahmet Oktay’ın gerekçesi ise kendi şiirimi daha iyi tanımamı, önümü daha iyi görmemi ve ‘bence’ yol almamı sağlamıştı.

Siz 70’lerde Ankara’daydınız değil mi? Cöntürk’le görüşür müydünüz? Ve biraz daha açmanızı istesem: Asım Bezirci nasıl “zaman kaybettirdi” zamanın gençlerine ya da Türk şiirine? Mehmet H. Doğan’ı “bir yol açıcı” yapan nedir? Bununla, belki, birlikte ele alınabilir: Hâlâ çokça söylenen sözler arasındadır “meselesi” olan şiir, “hikayesi” olan öykü… Bir öykü, bir şiir (eğer gerçekten iyi metinlerse) yazılmakla zaten bir “mesele” koymuş olmaz mı ortaya?

1982’ya kadar Ankara’daydım. Ama yazar-çizer ortamlarından uzak duran bir kişiydim. Bugün de bilinen iki-üç arkadaş adı sayacak olursam Tahir Abacı, Arkadaş Z. Özger, İsmet Tokgöz, Şevket Apalak ve Oğuz Tümbaş’tan ibaretti, yazar-çizer arkadaş ‘grubu’m. 1982’de Ankara’dan ayrılırken, ikinci kitabım Lokman’la Geçen Şen Günlerim’in Tan Yayınları’nca basılmasından dolayı Mehmet Taner’le tanıştım, bir de giderayak ve ayaküstü Enis Batur’la…

Bendeniz berbat bir ‘genç şairlik’ dönemi geçirdim. Örneğin Hüseyin Cöntürk’ü elbet biliyordum, dergisinin kalıbını sevsem de Cöntürk’ü sevmiyordum. O zamanki kafama göre, “Küçük burjuvazinin eleştirmeni”ydi çünkü. (Sahibi olduğu Yordam dergisi için koyduğu bir kural vardı. Şiirinin Yordam’da yayımlamasını isteyen genç şair öncelikle eleştiri yazıları ya da en azından kitap inceleme yazıları göndermeliydi dergiye. Olmadı, paçam sıkmadı, yazamadım o tür yazıları, dolayısıyla Cöntürkle 70’li yıllarda tanışmadım. Ama ilk şiirimin hangi yıl yayımlandığını onun notlarından öğrendim.)

Anlatmadan olmaz: Yıllar sonrasıydı, 95-96 filan. Ankara’nın tanınmış kitapçılarından ve Adle adlı öykü kitabının yazarı Remzi İnanç’ın ‘yeni’ Toplum Kitabevi’ndeydim. Birisi geldi, herkes “Oooo, hoş geldin!” dedi. Gelen kişi, gördüm, yüksekçe bir tabureye oturdu. Nedense, benim eski kitaplardan birinin hangi yıl yayımlandığı konusu konuşuluyordu. Tam olarak hatırlayamadım. Yüksekçe taburede oturan adam, hâlâ kollarının arasında tutmakta olduğu çantasından (sapsız, mandallı, muşamba bir çantaydı; bir zamanların elektrik tahsildarları o tür çantalar kullanırlardı), eski nüfus cüzdanları büyüklüğünde bir ‘şey’ çıkardı, denize olta atar gibi attı, ‘yeni’ Toplum Kitabevi’nin zeminine; atmasıyla birlikte, önce dikey ikiye, sonra yatay ikiye, sonra yeniden dikey ikiye, sonra yeniden yatay ikiye….. katlanılıp eski nüfus cüzdanları ebadına getirilmiş olan özel yapım kitap-belgelik, bölüm bölüm açıldı zeminde. Yakalamış olduğu balığı çeker gibi geri çekti zemine dökülen ‘pafta’ları. Belli bir yerinde durdu, bu kez yatay açtı, buldu, taburesinden kalkıp eline aldı bulduğu ‘bölüm’ü ve dedi ki: “Sözünü ettiğiniz kitap filan yılında yayımlanmış.” Aptallaştım, Remzi Abi’ye çaktırmadan sordum, bu kim diye. “Hüseyin Cöntürk” dedi Remzi Abi. İlk defa o gün el sıkıştık kendisiyle. İzmir’de yaşıyordum ve Ankara’ya çok seyrek gidiyordum; bir daha birlikte olamadık.

Cöntürk’ün önemi üzerine bir cümle kurmam herhalde gerekmez; ben bir başka kulvarda anlatmış oldum Cöntürk’ü. (Yazmayı çoktan bıraktığı, Yordam’ın çoktan kapanmış olduğu yıllardı. Eskiden de genç grubuyla birlikte o pastanede toplandıklarını biliyordum. Bir hafta ya da on beş gün sonra konuşup değerlendirilmek üzere benim kitaplarımı önermiş grubuna; Nizamettin Uğur’un bir yazısından öğrenmiştim bunu.)

Aynı ‘başka kulvar’da anlatacağım bir diğer eleştirmen ise Asım Bezirci. Hele ki mikrofonla konuşuyor idiyse… Malum, amplifikatör aracılığıyla hoparlörden çıkan ses hayli güçlüdür. Zaten bağıra bağıra konuşan Bezirci, bağıran sesini hoparlörden duyduğunda iyiden iyiye heyecanlanır, cûşa gelir, iki değil dört kat bağırırdı. Fakat ne kadar da zarifti. Birlikte katıldığımız bir etkinliğin boş saatlerinden birinde, akmakta olan derenin kıyısındaki masaya oturmuş, hayatımda ilk kez yiyeceğim alabalığımı ısmarlamıştım. Alabalık geldi. ‘İnzibat’ da arkamdaymış meğer; “Sen biraz önce suda yüzmekte olan bu zarif balığı o kopasıca parmağınla göstermiş, işte şu olsun demişsindir. Bir de şairim diye geçiniyorsun. Bundan sonra senin üstüne tek bir yazı yazarsam namussuzum!” demez mi?

Fazlasıyla oyaladı, geciktirdi bizi Bezirci. Ama n’apsındı, o öyleydi, inanmıştı, ikinci yeni ‘fena’ydı. Kendi adıma söylüyorum; benim için en önemli eleştirmendi Bezirci. Mehmet H. Doğan’la tartışmalarını elbet izliyor ve oyumu ‘küçük burjuva edebiyatının sözcüleri’ olarak gördüğüm Cöntürk ile Doğan’dan yana değil, Bezirci’den yana kullanıyordum.

Aynı ‘başka kulvar’dan devam ediyorum: Tam da bu konunun merkezine denk düşer bence. 1970-71 yıllarında yayımladığım ve de sonraları ciddiye almadığım şiirler, günün birinde ciddiye alındı; “Memet Fuat’ın Seçtikleri-Türk Edebiyatı-1972” yıllığının önsözünde şu cümleyle onurlandırıldı: “Yenilerden Veysel Öngören, Ayhan Can, Sina Akyol, Peker, Ege Ernart ilgi çektiler.” Hayret etmişimdir; onca yılın deneyimli eleştirmeni Memet Fuat, “Ey kalbim!”, “Ey sevgilim!”, “ve devrim!..”lerle dolu o şiirlerden dolayı neden böyle bir tespit yapmış ve neden gaz vermişti acep, yazdıklarına bakılırsa, ‘azmış-kudurmuş’ bir genç şair adayına?

Şunu mu demiş oldum; 70’li yılların dağdağası, Cöntürk ile Mehmet H. Doğan hariç, herkesi şaşırtmıştı sanki.

Mehmet H. Doğan da Asım Bezirci gibi soldaydı. Fakat solda olması edebiyatın iç ölçütlerinin dışına çıkarmadı onu. ‘Genç şiir’le son gününe kadar yakından ilgilendi ve yazdıklarıyla, gençlere, hep bu iç ölçüt çerçevesinde kalmaları gerektiğini söylemiş oldu. “Yol açıcı”lığından kastım budur.

Gelelim “meselesi olan şiir”e: Bu klişe, bana göre, ‘nasıl’ yazıldığından çok ‘ne’yin yazıldığını önceleyen, hatta bunu fazlasıyla önceleyen bakış açısının ‘tipik’ değerlendirmesi… Tıpkı söylediğiniz gibi: Bir öykü, bir şiir (eğer gerçekten iyi metinlerse) yazılmakla zaten bir ‘mesele’ konmuştur ortaya.

0000000416299-1

Önceki sorulara dönmüş gibi olacağım biraz; siz “düz” de yazan bir şairsiniz. “Düzyazdım” kitabınızda anlattığınız bir anınız geldi aklıma sonradan. Şükran Kurdakul’la birlikte katıldığınız bir Bergama Kermesi anısı… Şairlerin düzyazı yazmaları konusunda ne düşünüyorsunuz? Bir şairin şiir üzerine düşünüp, düşünmekle kalmayıp bunları yazması, yayımlaması şairliği için gerek şart mıdır?

Şairlerin özellikle poetika üzerine epey kafa patlatmalarının ve poetika üzerine yazmalarının -her şeyden önce- kendi şiirlerinin önünü açacağını düşünenlerdenim. (İlhan Berk’in, Ece Ayhan’ın, Oktay Rifat’ın, Turgut Uyar’ın, Cemal Süreya’nın, Melih Cevdet Anday’ın, Behçet Necatigil’in ve daha nicesinin bu çerçevedeki yazılarından oluşmuş çok kıymetli kitaplarını hatırlayalım.) Ben bunu aklım erdiğince ve haddimi aşmadan, az da olsa yapmaya çalıştım. Sözünü ettiğiniz yazı ve o yazının yer aldığı düzyazı kitabım, tıpkı 2020’de yayımlanacak ikinci düzyazı kitabım Zamana Bırakılmış Yazılar gibi, anı ve deneme türü yazıların yer aldığı bir kitaptı. ‘Dergi köşelerinde kalmış’ bu tür yazıların da günün birinde kitaplaşmasını hem önemli hem de gerekli buluyorum.

İlhan Durusel’le yaptığımız bir söyleşide şöyle demişti: “Birkaç isim var çok önemli onlar o dönemin İzmir’i açısından da. Reklamcı-şair Tayyar Tırpan, dergici Orhan Doğantuğ. Koskoca bir taverna gibi İzmir’in öbür ucunda Sina Akyol, Mehmet H. Doğan, Tansu Mansur, Arslan Sayman, Bekir Tarık, Osman Akınhay’ın ve Nokta Durağından dünyayı gören Murat Uyurkulak’ın sohbetleri ve Lale Devri geceleri var. (…) İzmir’de bir yavaş çekim hayat vardı o zaman, şiir bizi gelir bulurdu orda. Daha çok birlikte yazılan şiirlerdi bunlar, çoğu masalarda kaldı. İyi de oldu tabii.” Bahsettiği dönem, aşağı yukarı, 80’lerin başları olsa gerek. Siz o dönemi nasıl hatırlıyorsunuz?

İlhan Durusel’in sözünü ettiği dönemi -benim de içinde bulunduğum dönem diye adlandıracaksak- “90’lı yıllar” şeklinde ifade etmek daha doğru olur. İlhan “Lâle Devri” demiş, biz özellikle İzmir TÜYAP günlerinde sabahlara erişen -Aydın Boysan’lı, Fethi Naci’li, Şükran Kurdakul’lu, Erdal Öz’lü, Turhan Günay’lı, Semih Poroy’lu, Melih Ergen’li, Mehmet H. Doğan’lı- o geceler için “Beyaz Geceler” derdik. TÜYAP günleri dışında da sürerdi o geceler. Mehmet H. Doğan, lutfen okuması ricasıyla kendisine uzatılan şiir dosyasının sahibini “Meyhanede şiir okunmaz” diye bir güzel paylardı. Mehmet Abi’nin önderliğinde Türk Sanat Musikisinin ‘eşsiz eserleri’ terennüm edilir, türküler söylenirdi. Turhan Günay, Semih Poroy geldiğinde ayağa kalkar, çalmakta olduğu sazı saygıyla teslim ederdi Semih’e. Biz mezeler-yemekler eşliğinde gecemizi gün ederken, İlhan’ın adlarını saydığı ‘züğürt gençler’ bir köşedeki masalarında fındık fıstık eşliğinde biralarını götürürler, “Bunlar ne biçim edebiyatçı, bunlar ne biçim şair-yazar, ciddi hiçbir şey konuşmuyorlar, şarkı-türkü söyleyip duruyorlar!” diye epey kızarlarmış bize. “Mış” dedim, çünkü İlhan’ın adlarını saydığı gençlerin çoğunu tanımıyordum o zamanlar. (Aklımda yanlış kalmadıysa, onlardan biri olan Murat Uyurkulak anlatmıştı bu söylediklerimi, tabii ki yıllar sonra.)

Mehmet H. Doğan’ın önermesiyle ve onun önderliğinde, on beş günde bir, “Ciddi Cumartesi Toplantıları” da yapmaya başlamıştık ama.

İzmir’deki o “yavaş çekim hayat” huyunu-suyunu tabii ki hiç değiştirmeden hâlâ sürüyor. Ama şiir n’apıyor, gelip buluyor mu gençleri, sokağa pek çıkmadığım için, işte bunu bilmiyorum.

Bilmem yanılıyor muyum: Siz baştan beri az sözcükle derine inmeye çalışan, yalın yazan bir şairsiniz. Nedir, takip edebildiğim kadarıyla giderek kısalan, eksiltili bir şiire yöneldiniz. Yakın bir zamanda yirmi ikinci kitabınız “Çayırkuşu Zaten Hep” yayımlanacak. (Uzun bir şiir yaşamınız var, daha da uzun olsun!) Bu yolculuğun başında şiire bakışınız nasıldı, nasıl değişimler geçirdi? Şiirinizi “yenilemek” ihtiyacı duyduğunuz zamanlar oldu mu? Bir şair şiirini “yenilemek” durumunda mıdır?

Aslında on altı kitap demek gerekir, çünkü yirmi iki kitaplık toplamın biri toplu şiirler cildi, ikisi seçilmiş şiirler cildi, üçü de ortaklaşa yazılmış kitaplar.

İyi şiirle geç tanıştım. Gereksiz yere, üstelik uzun süre, epey oyalandım. Derken, günün birinde, Arkadaş Z. Özger yetişti imdadıma. Örneğin Mehmet Fuat’ın Yeni Dergi’siyle, Cemal Süreya’nın Papirüs’üyle, Halil İbrahim Bahar’ın Soyut’uyla filan, Arkadaş sayesinde tanıştım, tanışabildim. 1980’de yayımladığım -ve hâlâ sevdiğim, hatta çok sevdiğim şiirlerin de yer aldığı- ilk kitabımın (Su Tadında) önemli bir kitap olduğunu tabii ki söyleyemem. Ama ikinci kitabım (Lokman’la Geçen Şen Günlerim) pek çok kişi tarafından sevildi, benimsendi; ben de katılırım, o kitabı sevip benimseyenlere. Humor ve ironi o kitapla girmiştir şiirime. Üçüncü kitabımı (Haytalarla Hatmiler) ise en çok ben sevdim. (Sevenler de oldu, çok sevenler de… Ama ben “Haytalarla Hatmiler”i onlardan çok daha fazla sevdim). Sürecin burasında, öğreniyordum şiiri. Ya da şöyle diyeyim: Epey öğrenmiştim, iyi öğrenmiştim. Bir dönem kitabıdır; 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü anlatır. Çalçene bir kitaptır, 35-40 yaş arasının kitabıdır. Dördüncü kitabım (Ayda Tümör İzleri), sözünü ettiğim öğrenmenin temeli üstüne oturmuş bir kitaptır. Kişisel şiir tarihimdeki yeri itibariyle önemli değil, çok önemlidir (tabii ki bana göre). Kendi sesimi, dolayısıyla kendi şiirimi bulduğum bir kitaptır. Şiir dili ve çizgisi itibariyle, sonrasında gelen kitaplarıma analık-babalık etmiş bir kitaptır çünkü. 40-45 yaş arasının, yani çekmeye başlamanın, yani kısa şiirlerin kitabıdır. (“Bazı şiirler bekler bazı yaşları” – Behçet Necatigil) Madem yeterince söz ettik “Ayda Tümör İzleri”nden ve madem daha sonraki kitaplarımın anası-babası kıldık onu, bu cevabın daha fazla uzamasına da gerek kalmadı demektir.

Değiştirmiş olmak için ‘değiştirmek’i, bir başka deyişle yenilemiş olmak için ‘yenilemek’i gereksiz ve yanlış bulurum. Yazdığım şiirler ve o şiirlerden oluşan kitaplar zamana bıraktığım izlerdir. Şair yayımladığı her yeni kitabında şiirini değiştirmek, yenilemek zorunda değildir. Oluşturduğu belirli bir çizgi, birkaç kitaba pekâlâ yayılabilir. Derken belirli bir dönem gelir, o şiir değişir. ‘Sahici değişme’ye, ‘sahici yenilenme’ye kadar, şair dikkatli okurunu bıktırabilir; böyle bir hakkı vardır onun.

Siz bir zamanlar Yasakmeyve dergisinde “Vaat Edilmiş Sayfalar” için şiir seçerdiniz. İşte Yasakmeyve’nin 35. sayısında benim de bir şiirim, vaat edilen o sayfalara girmişti. Dergi galiba Kınık’ta kalmış, babaevinde, bulamıyorum ama sizin benim şiirimin de aralarında olduğu seçilmiş şiirleri sunarken yazdığınız not bende, nedense, bir dönüm noktasını ateşledi. O vakitten sonra, şiire daha ziyade okur olarak devam etmeye vardım. Bu çok da gerekli olmayan şahsi nottan sonra sorayım: Bugün yazılan “yeni” şiir ya da “genç şairler” hakkında ne düşünüyorsunuz? Genç şairlerle temasınız var mı? Bir de ek soru: Kuşak meselesi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Siz 80 Kuşağı’na dahil edilen bir şairsiniz. Bugünlerde 2010 Kuşağı’ndan bahsediliyor. Böyle bir kuşak var mı gerçekten?

Gençlerin katıldığı iki şiir ödülünde (Yaşar Nabi Nayır ve Arkadaş Z. Özger) uzun süredir seçici kurul üyesiyim. Dolayısıyla gençlerin dosyalarını uzun süredir okuyorum. Bana göre iki ortak sıkıntı var. Birincisi, evrensel olmak adına mı acep, dünyanın neresinde, hangi coğrafyasında yazıldığı belli olmayan bir şiir, çokça üretiliyor. İkincisi ise imgeyle ilgili. Neredeyse her satır imgeyle dolu. Ama bu imgeler şiirin devamı boyunca bir türlü açılmıyor, açılamıyor. Çünkü yığmacı imgeoğlanla yığmacı imgekızın böyle bir dertleri yok! Şiir öyle olursa daha iyi olur diye düşündükleri besbelli.

Gelelim kuşak meselesine: 60, 70 ve 80 kuşaklarının ayrı kuşaklar olarak anılmasını anlayabilirim, hatta kabul ederim. Ülkeye, ülkede yaşananlara bakmak gerekir. 70 kuşağının içinde bulunduğu dönem, 60 kuşağının içinde bulunduğu dönem kadar âsûde değildi. Dolayısıyla sert bir sesle, sert bir söyleyişle ortaya çıktı 70 şiiri. 80 kuşağı ise, kendisini klişelere fazlasıyla kaptıran 70 kuşağının şiirine, şiirin nasıl yazılmaması gerektiğini öğreten bir derse bakar gibi baktı. Bu ders 80 kuşağına bir şey daha öğretti: 80’li yılların Türkiye’sindeki hayat 70’li yılların Türkiye’sindeki hayata göre çok daha sert geçse de, 80’li yılların şiiri bir ‘delta şiir’ olacaktı. Kimsenin şiiri kimsenin şiirine benzemeyecek, herkes kendi yoluna gidecekti.

80 sonrasına da gelelim: 60’ların, 70’lerin, 80’lerin Türkiye’sindeki belirgin farklılıklar, 90 sonrasında ve onun da sonrasında, anlatmaya çalıştığım derecede belirgin farklılıklar değildi. Bu yüzden, “90’ların şiiri”, “2000’lerin şiiri” gibi adlandırmalar ‘tezyin’ sanatı kapsamına girse gerektir. Türkiye’nin genç şairleri, 90’lardan başlamak üzere, olsalar olsalar birbirlerinin devamlarıdır.

Tabii bir de ‘lirikten bıkmış olma durumu’ var. Bu kavşakta birleşenler ‘yeni bir klişe’ yaratıyorlar; olsun, yakın zamanda o da geçecektir.