Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 30. Gün:

TARİHİ AYDINLATAN IŞIK

Ne zaman arabayla Didim yönüne gitsem, genellikle akşam saatlerinde Söke’ye varmış olurum. Küçük ama sevimli bir ören yeri olan Prien’i sağıma alıp, bu tarım zengini ilçeden yola koyulduğumda, kilometrelerce uzanan, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz bir yolla ikiye ayrılan Söke Ovası, geçmiş uygarlıkları kıyılarında barındıran bir körfez olduğu günlerdeki görkemini koruyamasa da bana daima büyülü görünür. Bunda, yol boyunca Batı’dan gelen alacalı akşam ışıklarını süzerek sihirli iğneciklere dönüştüren sazlıkların sunduğu görsel şölenin de etkisi var, kuşkusuz. 

Bu bölgenin daha yeni bir tarihte, eski imparatorluklar zamanında, yalnızca hayatı savaşlarda geçmiş komutanların sırlarına erdiği, gizemli geçitlerle Batı’yı Orta Anadolu’ya bağlayan bir kapı olduğunu John Freely’nin (1926-2017) yazdığı “At Üstünde Fırtına: Anadolu Selçukluları” adlı kitapta okumuştum. Nice haçlı orduları, Türk boylarının saldırılarıyla karşılaşma olasılığını en aza indirerek Kudüs’e varabilmek için, o zamanlar Bizans’a ait olan bu topraklardan sefere çıkmışlardı.

Değindiğim kitap, Anadolu Selçukluları’nın tarihini kuruluşundan dağılışına kadar çevrelerindeki toplumlarla ilişkileri içinde ele alıyor ve Moğol işgaliyle son bulmuş bu önemli döneme ışık tutuyor. Anadolu Selçukluları “Kınık boyuna bağlı Oğuz Türkleriydi.” İstanbul ve Türk Tarihi üzerine birçok kitabı olan Freely, bu yapıtının adını, Haçlıların 1 Temmuz 1097’de Türklerle Eskişehir’deki ilk karşılaşmalarına dayandırır. Kılıç Arslan’ın orduları tarafından kuşatılan Haçlılar ilk kez at üstünde her yöne ok atabilen bir düşmanla karşı karşıyadır ve bozguna uğrarlar. At üstündeki hareketliliği sağlayan üzengidir ve tarihe Türklerin buluşu olarak geçmiştir. Marco Polo, atları da unutmaz: “Atları hızlı hareket değişikliklerine alışıktır, işaret verildiği anda istenen her yöne dönebilirler; bu hızlı manevralarla birçok zafer kazanılmıştır” der.

John Freely’ye göre, Anadolu Selçukluları’nın son sultanı, adında sultan ünvanı olmasa da Gazi Çelebi olarak bilinen ilginç biriydi. Arap gezgin ve vakanüvisi İbn Battuta, 1324’e kadar hükümdarlık yapan ve karada ve denizde kazandığı zaferlerle ünlenen Gazi Çelebi’yi dünyanın ilk dalgıcı yapar:

“Bu Gazi Çelebi cesur ve gözü pek bir adamdı; uzun süre su altında kalma ve yüzme gibi Tanrı vergisi bir becerisi vardı. Rumlar’a karşı kullanılacak savaş kadırgalarında keşifler yapar, daha sonra gemiler karşılaştığında, herkes savaşmakla meşgulken, o suyun dibine dalarak elindeki demir aletle düşman gemilerinde delik açardı. Gemileri batmaya başlayıncaya kadar düşmanın hiçbir şeyden haberi olmazdı. Bir keresinde gemilerdeki herkesi esir almıştı. Gerçekten benzersiz bir yeteneği vardı, fakat çok fazla miktarda haşhaş kullandığı ve bu yüzden öldüğü söylenir.” (At Üstünde Fırtına: Anadolu Selçukluları, s. 123)

At Üstünde Fırtına’nın sayfalarının yarısına yakını, “Selçuklu Mirası: Seyahat Rehberi” başlığıyla Orta Anadolu’yu gezen turistler için kapsamlı bir rehbere ayrılmış.

33. Gün:
ÖLMEKTEN KİM USANIR

Yeniden ‘başka biri’ olmak, herkes için söz konusu bir olanak.
Octavio Paz

Kendimizi başkalarından ayırmamız o kadar zor değildir: Çocukluk yıllarımızda bile diğer arkadaşlarımızdan farklı olduğumuzu kavramaya başlarız. Ama, kendimiz dediğimiz kişinin zaman içinde değişen biri olduğunu anladığımız yaşta, olmak istediğimiz ben’e doğru yöneliriz. Bu uğurda karşılaşacağımız güçlükleri yenme savaşımımız bizim özyaşam öykümüzdür. Ve kendi hikayemizde birden fazla karakter olduğunu şaşkınlıkla sezeriz: Hepsi de bizden bir parçadır.

Zaman, biricik çocukluk ve ergenlik yaşamış birinden farklı insanlar ortaya çıkarabiliyorsa eğer, öldüğümüzde nasıl biri olarak öldüğümüz mü, yaşarken nasıl biri(leri) olarak yaşadığımız mı önemlidir? Bir yazarın sözü belleğimden hiç çıkmaz: “İnsan kaç hayat yaşarsa o kadar ölümle ölür.” Söze doğruluk şansı verirsek; demek ki, insan hayatının zamanın makarasına sarılan ipliği ölümün makasıyla aniden kesilmeden önce bir insan, bedeninde ve zihninde farklı hayatları barındırır ve bir hayattan diğerine zâhiri ölümlerle geçer. Sıklıkla duyduğumuz “Hayatıma yeni baştan başlıyorum”, “Bugün benim yaşamımın ilk günü”, “Önceki hayatımı geride bıraktım” benzeri sözler şimdi bana daha anlamlı geliyor. Filozofun (Nietzsche) dediği gibi, cesaret “Bu muydu yaşam? Pekala! Yeni baştan!” diyebilmektir. Ve yaşam, bunu söyleyebilme cesareti olanlar içindir.

Olmak istediğimiz kişiyi hayatın rastlantılarına bırakmamak, kendimizi o’nu ısrarla var etmeye adamak en doğrusudur. O zaman, ulaşmak istediğimiz kimliğe ulaşmamıza engel ne varsa onunla mücadele etmek gerekecektir. Bu engel, aile içi kişiler, gelenek, toplum veya devlet olabilir. Ama, asıl engel değişmeye direnen insanın kendisidir; kendine alışan insanın kendini aynı benlikte sürdürme eğilimidir. Olunması istenen hedef ben’e varmanın yolu insanın önce kendisiyle mücadelesinden geçer. 

Derdimiz, kendimiz için hedeflediğimiz kişiye ne pahasına olursa olsun ulaşmaksa, şimdiden biliyoruz ki, o kişi belki de şimdiki düşüncelerimizden farklı düşünen biri ve şimdiki duygulanımlarımızdan farklı duygulanımlarla sarmalanan biri olacak. Eğer, yaşarken bu kişiye ulaşma olasılığı varsa, mutlak ölümümüzde, ya olmak istediğimiz kişi olarak ya da henüz o kişi olamadan bu dünyadan göçüp gitmek zorunda kalacağız demektir. 

36. Gün:
HOŞ GELDİN

Onu ilk gördüğümde gözleri kapalıydı. Hastanede kaldığı üç gün boyunca da kapalı kaldı. Yumruk yemiş gibi yüzünde travma izleri. Burnunun yanında, kaşının üstünde kırmızı zorlanma lekeleri. Aylar sonra geçecekmiş. Bileğinde başkasının adı yazılı plastik bir kimlik bileziği. 

Hastaneden çıkıldı. Eve gelindi. Etrafında yoğun konuşmalar. Karakterli koca dudaklar. Basık ve minik bir burun. Yumuk gözler. Üzerine eğilen yüzler. Onunla çekilen özçekimler. Gözlerini açtı. Koyu lacivert iri göz bebekleri. Bebek gözleri. Gülümsüyor mu ne?

37. Gün:
YAŞAM VE ÖLÜM

Ölüm yok oluş, yaşam var oluştur. Ölüm vazgeçiş, yaşam arzudur. Nokta. Nobel ödüllü Meksikalı yazar Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı’ndaki bir denemesinde neden sayfalarca ölümü ve yaşamı anlatmaya gerek duymuş, bilmem. Şöyle diyor: “Sonu olmayan ve yorulmayan ölüm.” Peki, yaşam yoruluyor mu? O da hiç yorulmuyor. Devamlı ölüme iş çıkararak, belki de ölümü yormaya çalışıyor. Sanki, aralarında bir yarış var. Olan bize ve diğer canlılara oluyor. Yaşam, her fırsatta bize ölümü gösterip korkutuyor. Ölümünse bir şey göstermesine gerek yok. Görünmesi yetiyor. Bu, yaşamla ölüm arasında sıkışmış bir var oluş değilse, nedir? 

38. Gün:

Geçmişi hayal etmenin, geleceği hayal etmekten zor olduğu bugünlerde hayalet gibi yaşıyoruz.