Selcan Kırnal

Akşam işten eve geldikten sonra koltukta mayışmış, korku filmi izliyordum. Doğaüstü olayları araştıran bir çift, yıllar önce bir evde yaşanan cinayeti çözmeye çalışıyordu. Evde bulunan herkes, -çocuklar dâhil- yataklarında silahla öldürülmüştü. Katilin bunu isteyerek mi yoksa kötü bir ruh tarafından ele geçirildiği için mi yaptığı merak konusuydu. Konu ilgimi çekince, olduğum yerde doğrulup gözlerimi biraz daha açtım. Hatta üşenmeden mutfaktan bir bira kaptım kendime.

Tabakta kalan son tuzlu fıstığı ağzıma atarken bir soru takıldı aklıma. İnsan bedeni, neden hep kötü ruhlar tarafından ele geçiriliyordu? İşgalci olan sadece onlar mıydı yani? İyi ruhlar ne yapıyor bu sırada, diye düşündüm. Filmi durdurdum. Aslında buna kafa yormama şaşırmıştım. Nazik ve anlayışlı görünümüm altında insanlara küçük kötülükler yapmaktan hoşlanan, bundan fazlasıyla haz duyan bir yapım vardı. Mesela dün akşam, Selma Hanım’a gelen kargoları yukarı çıkarmış, şıp şıp su damlatan mutfak musluğunu sıkmış, işim bittiğinde banyoda elimi yıkayıp bornozuyla kurulamış, ona iltifatlar ederek yanından ayrılmıştım. Selma Hanım beni çok severdi. Yeğeniyle tanıştırmak istediğini söyler dururdu. Pazarlama müdürü, kültürlü, yakışıklı, yardımsever bir genç adam. Aslında daha dün sabah işe giderken, Selma Hanım’ın asansör beklediğini fark etmiş ama asansörü bilerek meşgul etmiş, onun beşinci kattan yürüyerek inmesine neden olmuştum. Kapının küçük deliğinden onun koca bedeniyle ağır ağır yürüyüşünü, sarkmış gıdığından zar zor nefes alışını izlemek çok hoşuma gitmişti.

Daha sonra apartmanımızın sağır ve dilsiz kapıcısı Rasim, el kol hareketleriyle bana aidatı almaya geldiğini anlatmaya çalışmıştı. Aslında ne için geldiğini biliyordum ama onun öyle kıvranması, beni epey eğlendirmişti. Rasim, apartman sakinleri ile genelde yazışarak anlaşır, kâğıt kalemini hep yanında taşırdı. Anlaşılan bu kez yanına almayı unutmuştu. Onun arkadan basık kafası, alabros saç kesimi, çizgili tişörtü, beyaz çorap üzerine giydiği sandaletleri midemde bulantılara yol açıyordu. Bu eziyet, bulantılarımın karşılığıydı. Derken karşı dairede oturan üniversiteli kız, Rasim’in yardımına koştu. Aramızda işaret dili bilen tek kişi oydu ve her fırsatta Rasim’e çevirmenlik yapardı. En sevimli yüz ifademle içeriden parayı getirdim, Rasim’e de çocuklarına götürmesi için yemek menüsünün yanında gelen sıcakta beklemiş kolaları verdim. Bunu yaparken sırtını yavaşça sıvazlamaktan da geri durmadım. Üniversiteli kız gözlerini bana dikmiş, neredeyse tüm havayı kaplayan bir öfkeyle bakıyordu. Sanırım sırrımı bilen tek kişi de oydu. İşe geç kaldığımı söyleyerek oradan uzaklaştım. Üniversiteli kızın bakışlarını, yürürken bile boynumda hissediyordum.

Filmi yarım bırakıp uyumaya gittim.

Sabah zil sesiyle uyandım. Beni bu saatte uyandırmaya cüret eden hadsize okkalı küfürler sallayıp yataktan sıçradım. Bu sırada gözüm saate ilişti. Saat 11.17’ydi. O kadar da erken sayılmazdı. Kapıyı açtığımda karşımda hediye paketine sarılmış gibi gözüken, pembe sabahlığıyla Selma Hanım dikiliyordu. İlk gördüğüm kişinin sizin gibi zarif ve güzel bir hanımefendi olmasını neye borçluyum, dedim en sırnaşık sesimle. Selma Hanım elini ağzına götürüp kıkırdadı. Üst katımda oturan felçli Asım Bey’in televizyonu açılmıyormuş. Bir bakıvereymişim. Ben anlarmışım bu işlerden. Adamcağızın tek eğlencesi televizyonmuş. Gençliğinde ata binmeye meraklı, birçok ülkede büyükelçilik yapmış tam bir İstanbul beyefendisiymiş. Hiç evlenmemiş. Annesi beş sene önce ölmüş. Emekli olduktan sonra, ölene kadar onunla oturmuş. Şimdi de genç bir bakıcısı varmış, o ilgileniyormuş onunla.

Tüm bunları öğrendikten sonra, şu bizim Norman Asım Bates’i iyice merak etmeye başladım. Selma Hanım’ı uğurladıktan sonra kahvaltı bile etmeden yukarı çıktım. Kapıyı yeşil gözlü, dolgun dudaklı, kısa siyah saçlı bir afet-i devran açtı. Üzerinde siyah bir bluz ve kot pantolon vardı. Bu sadeliğine rağmen oldukça çekici görünüyordu. Birkaç saniyelik duraksamadan sonra televizyona bakmaya geldiğimi söyledim. Beni içeri davet etti. Genişçe salona geçtim. Asım Bey ağzı açık bir şekilde tavana bakıyor, kıpırdamadan öylece duruyordu. Gür beyaz saçları, şekilli vücudu ve komodinin üzerinde duran fotoğraflar, gençken oldukça yakışıklı olduğuna işaret ediyordu. Belli ki yemek saatiydi. Eşofman takımın üzerine geçirilen beyaz önlük, kurumuş lekelerle bezenmişti. Televizyonu kontrol ederken, bakıcı kızın benim yanımda Asım Bey’e daha anlayışlı davranmaya çalıştığını fark ettim. Ama kaşığı adamın ağzına sinirle sokuyor, yüzüne tiksinerek bakıyordu. Temassızlık yapan kabloları düzenledim ve televizyonu açtım. Bakıcı kız göz kırparak teşekkür etti. Dış kapıdan çıkmak üzereyken Asım Bey bana baktı. O sırada bakıcı kız mendille, sertçe, Asım Bey’in ağzını siliyordu. İçimde, o anda Norman Asım’a karşı bir acıma duygusu uyandı. Çok zavallı göründü bana.

Pazartesi günü işteyken, bu bakış, kafamda dönüp durdu. Asım Bey, sanki bir şey yapmamı istiyordu benden. Bunca zaman sonra ilk kez birine acıyordum. Sonunda karar vermiştim. Ona bir iyilik edecek, onu öldürüp özgür bırakacaktım. Onun gibi biri için böyle köşe minderi gibi durup bakıcı kız nereye çekerse orada hareketsiz kalmak katlanılır gibi değildi. Birine gerçekten iyilik edeceğim fikri, içimi sevinçle doldurmuştu. O akşam filmin devamını izleyip erkenden yattım. Bir sürü rüya görmüştüm ama hiçbirini hatırlamıyordum. İçimde bir ferahlık vardı. Sanki iki melek koluma girmiş, ahenkle sürüklüyordu beni. Ayaklarım yere değmiyor gibiydi.

İşten geldiğim gibi üst kata çıktım. Asım Bey televizyon izliyor, bakıcı kız elindeki telefondan gözünü ayırmıyordu. İkisi de bu ziyarete şaşırmamış gibiydi. Bakıcı kızın altında bir kot şort, üzerinde ise iri memelerini belli eden kırmızı bir tişört vardı. Uykusuz gecelerin alameti mor gözaltı halkaları, onu daha da çekici yapıyordu. O anda, oracıkta, onunla sevişmek için hararetli bir istek duydum. O da aynı şeyi düşünmüş olacak ki benim için hazırladığı kahveyi uzattıktan sonra pantolonumun kabarmış yerine dokundu. Hırsla üzerini çıkarıp kucağıma oturdu. Çok iyi öpüşüyordu. Dudaklarımı ısırıyor, boğazımı sıkıyor ve dilini kulaklarımda gezdiriyordu. Bakıcı kız parmaklarını ağzımın içinde sokup başını arkaya attığı sırada Asım Bey’le göz göze geldik. Yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Canı istemiyor muydu hiç? Nasıl dayanıyordu buna? Ne de olsa, o kadar yaşlı sayılmazdı. Derken kendime geldim. Bakıcı kızı üzerimden iterek, bu yaptığının çok kötü bir şey olduğunu söyledim. Bedenim buz kesmiş gibiydi, içimde en ufak bir şehvet dalgası kalmamıştı. Anlamaz gözlerle yüzüme baktı. Bağırıp çağırmaya başladım. Neye uğradığını şaşırmıştı. Sağ yanağıma sert bir tokat attıktan sonra çantasını da alıp evi terk etti.

Salonun ortasında, kapağı açık bir kuyuya düşmekten korkar gibi dolanmaya başladım. Asım Bey’i acısızca öldürmenin yollarını arıyordum. Fazla zamanım yoktu. Rasim çöpleri almaya gelmeden bu işi halletmeliydim. Tamam da ben neden iyi biri oluvermiştim? Kafamdan bu düşünceyi savuşturdum. Elime koltuğun üstündeki yastıklardan birini alıp tekli koltukta oturan Asım Bey’e doğru yavaş adımlarla yürüdüm. Asım Bey gülümsüyordu, ya da bana öyle gelmişti. Tam yüzü ile aramda iki parmak mesafe kalmıştı ki, sanki şiddetli bir rüzgâr beni oda kapısına doğru savurdu. Kafamı pervaza vurdum. Acıyla ayağa kalkarken bu sefer de kayıp kıçımın üstüne düşüverdim. Ama tam bir tevekkül içindeydim. Olanlar karşısında küfür bile etmedim. Televizyonda aptalca bir şarkı çalıyor, saatin tik taklarını bastırıyordu. Kafamı ellerimin arasında alıp düşünmeye koyuldum. Şarkı bittiğinde, dün gece gördüğüm rüyayı hatırladım. Neler olduğunu şimdi anlıyordum. İyi ruhlar bedenimi ele geçirmişti! Bu iyi ruhlar, katil olmama izin vermiyordu! İyi de, şu zavallı adamı öldürmenin ve onu bu hayattan kurtarmanın nesi yanlıştı? Yapayalnız ve perişandı. Kolay kolay pes etmeye niyetim yoktu. Evdeki tüm ilaçları birleştirip mutfak robotundan geçirdim. Bunları suda erittim. Asım Bey’e yaklaşıp ona suyu içirecektim ki bardak elimden düşüp eski parkeler üzerinde bin bir parçaya ayrıldı. Ben de Asım Bey’i sırtından bıçaklayarak öldürmeye karar verdim. Tezgâhın üstünde duran en büyük bıçağı alıp yüzüme de karanlık bir ifade vererek tekli koltuğun arkasına yöneldim. Sağ kolumu havaya kaldırıp olanca kuvvetimle yere indiriyordum ki sol elimi kestim. Yara derindi. Hemen gömleğimi çıkarıp kanı durdurmaya çalıştım. O sırada zil çaldı. Asım Bey, yine, vazodaki yapma çiçekler kadar canlıydı. Rasim gelmiş olmalıydı. Eğer kapıyı açmazsam iyice meraklanır, yedek anahtarla içeri girerdi. Hemen mutfağa koştum. Alelacele yiyecek bir şeyler hazırladım. Ardından bir kâğıt ve kalem buldum. Üzerine televizyonu kontrol etmek için burada bulunduğumu, bakıcı kızın evde olmadığını, kendime yemek hazırlamak isterken elimi kestiğimi yazdım.

Rasim ayaklarını sürüye sürüye odaya girdiğinde ben odadan çıkmak üzereydim. Elimdeki kanı görünce, şüpheyle beni süzdü. Benden pek hoşlanmasa da kötü bir şey yapacağıma ihtimal vermiyordu. Kısa bir muhakemeden sonra başını salona doğru uzattı. Asım Bey’i oturur vaziyette görünce derin bir nefes aldı. Ona yazdığım kâğıdı işaret ettim. O kâğıdı okurken ben, onu öldüremedim işte, yapamadım, diye haykırdım.

Merdivenlerden inerken içimden, kötü ruhlara seslendim. Gelip de beni bulsunlar, diye. İyi ruhlardan iyice sıkılmıştım.

Selcan Kırnal