Sahip Can

Yirminci izmariti de küllüğe basarak söndürdü Saim. Ama can sıkıntısı tüm şiddetiyle devam ediyordu hâlâ. Nedense kendisini uzunca bir süredir bir kuyuya atılmış gibi hissediyordu. Daracık ve derince bir kuyu. Rutubetli, karanlık ve bir o kadar da ıssız. Ayaklarının da günden güne kemirildiğini ve bu yüzden bir daha asla yürüyemeyeceğini düşünüyordu. Sırtında da gözlerinin göremediği karıncalar dolaşıyordu sonra. Midesinde de kurtçuklar kümelenmişti sanki. Aklı da çoktandır işlemiyordu ona göre. İyice yaşlanmaya başladım galiba, diye düşündü.

Yamuk kafasını geriye doğru atarak koltuğun yumuşak sırtına dayadı Saim. Gözlerini sımsıkı yumdu. Mutfakta damlayan musluğun sesini dinledi. Duvarlara gizlenmiş borularda akan suların şırıltısını işitti. On beş gün önceki sabahın sekizi kırk beş geçesinde duran saatin dağılan zembereğinden yayılan çatırtılarına kulak kesildi. Aniden çalışmaya başlayan buzdolabının gürültüsüyle irkilip sıçradı. Sesin tanıdık olduğunu fark edince korkacak bir şeyin olmadığına kanaat getirip sakinleşti hemen. Her defasında aynı şekilde paniklemesine rağmen bu tepkisinden bir türlü kurtulamıyordu işte. Ne yapsın? Elinde değildi. Hiç beklemediği bir durum vuku bulunca hep korkardı Saim. Doğasında vardı bu. Korkaktı. Pısırıktı. Çocukken arkadaşlarının da dedikleri gibi sümsüktü. Babasının, tombul yanaklarına yapıştırdığı şamarlardan sonra hiddetle tekrar ettiği gibi de sünepeydi. Annesine göre ise aslan oğlumdu. Canım oğlumdu. Annesinin bir tanesiydi.

Saim babasından o kadar korkmasaydı, annesi haklı çıkabilirdi belki. Ama Saim hep korktu, çok korktu. Tokat yemekten korktu. Babasının kapkara, gür bıyıklarının altından çıkan tok sesinden korktu. Kel, parlak kafasından korktu babasının. Kıllı, güçlü kollarından, bebek mezarı gibi ayaklarıyla attığı tekmelerinden korktu. Sonra altına işemekten korktu Saim. Çiş yapıyor diye su içmekten, çay içmekten korktu. Babası görür de ellerini keser diye otuzbir çekmekten bile korktu. Kötü olmaktan korktu. Babasını öldürmekten, öldürmek isteyince de öldürememekten korktu. Babası gibi olmaktan korktu. Korkmaktan da korkunca babası gibi olamamaktan çok korktu Saim.

Buzdolabının sesine alıştıktan sonra gözlerini tekrar yumdu. Ses nedense huzur vericiydi. Sanki ses aniden kesilse huzuru kaçacaktı. Kafasını tekrar koltuğun yumuşak sırtına dayadı. Ayaklarını önündeki sehpaya uzattı. Uzun süredir üzerine oturmaktan karıncalanan kıçını kaşıdı. Tek gözünü açıp saatin kaç olduğuna baktı. Sekizi kırk beş geçiyordu saat. Günler uzamaya başladı herhalde, diye düşündü. Tek gözü görevini başarıyla yerine getirmenin mutluluğuyla tekrar kapandı. Kulaklarına bu defa çok daha korkunç bir ses geldi. Kalbi duracak gibi oldu. Ayaklarından tepesine doğru bir ürpermeyle titredi. İki gözü aniden ardına dek açılmıştı. Hiç kıpırdamadan sese pür dikkat kulak kabarttı. Bir şey işitmeyince, yanlış duydum galiba, diye düşünerek kendisini sakinleştirmeye çalıştı ama nafile. Tam gözlerini tekrar kapatacağı esnada bir daha duydu aynı sesi. Bu defaki ses daha uzundu. Vızzzzzzz, diye birkaç z uzamıştı ses. Dev bir karasinek sekizi kırk beş geçede duran saatin üzerinde ön ayaklarını keyifle ovuşturarak Saim’e bakıyordu. İki düşman savaş meydanında göz göze geldiler. Saim’in neredeyse kalbi durdu duracak. Yıllardır görmüyordu karasineği. Şimdi nereden çıkıp gelmişti? Salondan kaçıp kendisini bir odaya kilitlemeyi düşündü. Ama, ya karasinek üzerime uçarsa, diye düşününce vazgeçti hemen bu fikirden. Karasineği kızdırmaya da ne gerek vardı şimdi? Düşmanına yakalanmamaya özen göstererek çabucak koltuğun arkasına sıvıştı. “Allah’ım ne yapacağım ben şimdi? Yıllar sonra gelip beni de buldu işte!” diye söylenerek iyice gizlenmeye çalıştı. Bir an pencereyi açıp atlamayı düşündü. Sonra dördüncü kattan atlamanın pek akıl kârı olmadığını anladığından bundan da vazgeçti. Korku aklını kemirmeye başlamıştı yine.

Siperinde kafasını bile oynatmadan bekliyordu Saim. Salon sessizdi. Çıt çıkmıyordu. Acaba düşmanı da bir yere gizlenmiş olabilir miydi? Kafasını uzatıp baksa mıydı? Hayır hayır, asla olmaz, dedi kendi kendine. Ya üzerime uçarsa? Yüzüme konup kanımı emerse? Peki, ne zamana kadar gizleneceğim? diye soruyordu ikide bir. Koltuğun arkasında yaşamaya karar verdi bir an. Sonra, olmaz diye vazgeçti. Sonunda gövdesinin her yerine dağılmış cesaret zerrelerini toparlayıp yüreğinde birleştirdi. Kafasını sadece burnunun ucuna kadar koltuğun arkasından çıkarıp karasineğe baktı. Karasinek de ona baktı. Dört bin küçük gözüne sulu boyayla çizilmiş gibi duran Saim’in kafası göründü. Bu anı bekliyormuşçasına yerinden kalkıp uçtu karasinek. Korkudan bütün bedeni boşalırcasına koltuğun arkasına yığıldı Saim. Karasinek salonda vızır vızır uçtuktan sonra gidip televizyonun tepesine kondu. Saim ise korkudan elleriyle kulaklarını kapatmış, cenin pozisyonunda duruyordu.

Babasının tekmelerini midesinde hissediyor Saim. Bacaklarına, kalçalarına art arda darbeler iniyor. “Zırlama lan piç” diyen babasının tok sesi kafasının içinde patlıyor. Saim ağladıkça, “Sana zırlama diyorum lan sünepe” diyerek daha da tekmeliyor babası. Arkadaşları el ele tutuşarak Saim’le babasını çembere alıyorlar, “Sümsük Saim, korkak Saim” diye bir şarkı söyleyerek tavaf ediyorlar. Köpek yavrusu gibi ensesinden yakalanıp kaldırılan Saim’in yüzüne, babası kıllı elleriyle peş peşe şamarlar atıyor. Babasının kel, parlak kafasından çıkan öfkeli sesler ve çocukların şarkısı birbirine karışıp çoğalıyor. Korkudan altına işiyor Saim. İşedikten sonra daha çok korkuyor. “Ama hiç su içmemiştim ki” diye ağlayarak annesinin kucağına koşuyor. Annesi, “Aslan oğlum, canım oğlum, annesinin bir tanesi” diye oğluna sarılınca gözlerini açıyor Saim. Kulaklarına soktuğu işaret parmaklarını yavaşça çıkarıyor. Salona kulak kesiliyor hemen.

Ses yoktu salonda. Yavaşça doğruldu yerinden. Saim’in korkusu azalmıştı nedense. Kafasını koltuğun arkasından çıkarıp salona göz attı. Karasinek yoktu sanki. Sehpayı inceledi. Saate baktı. Kapılara göz gezdirdi. Nerede olabilirdi? Hangi deliğe girdi bu Allah’ın cezası? Üzerime konmuş olabilir mi? diye düşünüp panikledi. Karasinek televizyonun üzerinden havalanınca azıcık sakinleşti Saim. Uçarak gelip sehpaya kondu karasinek. Kıldan ince bacaklarıyla izmarit dolu küllüğe doğru yürüdü. İncecik dilini izmaritlere doğru uzatıp geri çekti. Saim ilk defa karasineği bu kadar yakından izliyordu. Ne çirkin bir şeydi bu. Zümrüt yeşili kafası, kızıl, petek gözleri, tül kanatları, kümbet gövdesi… Daha fazla bakamadı Saim. Koltuğun arkasındaki siperine gizlendi tekrar. Dizlerini karnına çekti. Başını dizlerine koydu.

Terzi dükkânında babasının güçlü ve kıllı elleri boğazını sıkıyor Saim’in. “Ben sana sabah sekizi kırk beş geçe dükkânda ol demedim mi ulan piç!” diye bağırıyor babası. İnce, güçsüz kollarıyla babasının ellerinden kurtulmaya çalışıyor Saim. Can havliyle boşlukta sallanan ayaklarıyla babasına tekmeler sallıyor. Boşa gidiyor hepsi. Nefessiz kalmaktan kıpkırmızı kesiliyor. Babası şiddetle fırlatıp kumaş yığınının üzerine atmasa az daha ölecekti. Atıldığı yerde öksüre öksüre hava almaya çalışıyor Saim. Boğazına toz kaçmış gibi oluyor. Böğüre böğüre nefes alıyor. Bir süre sonra nihayet açılıyor boğazı. Yutkunuyor. Arkası dönük olan babasına nefretle bakıyor. Kalkıp babasını öldürmek geliyor içinden. Korkuyor bu isteğinden. Babalar ölmez ki, diye düşünüyor. Babasını ölümsüz zannediyor. Yüzünü dönüyor babası. “Ne bakıyorsun öyle lan piç!” diyerek Saim’in üzerine yürüyor tekrar. Hemen kabuğuna çekiliyor Saim. Sırtına sert bir tekme daha iniyor. Yükselen nefesi, “hık” diye boğazına tıkılıyor. Daha fazla vurmuyor babası. Seviniyor buna Saim. Bir an babasını da sevebileceğini düşünüyor. Dehşete kapılıyor bu fikrinden dolayı. Babalar sevilmez ki, diye düşünüyor. Ayağa kalkıyor hemen. Tezgâhtaki kumaş makasına uzanıyor. Eline alıp iyice tartıyor makası. Babasına doğru arkadan yaklaşıyor. Makasla babasının arasında sadece iki adım kala dönüyor babası, “Ne o lan, babanı mı öldüreceksin piç!” diyerek bir tokat daha atıyor Saim’e. Elindeki makasla birlikte yere çakılıyor Saim. Sonra inatla kalkıyor yerden. Burnundan derin derin soluyor. Gözleri ağlamaktan kan kırmızı… Alt dudağı seğiriyor. Terli avucunda tuttuğu makası iyice sıkıyor. Bütün nefretiyle babasının üzerine atılıyor. Makas yumuşacık bir şeye birkaç defa batıp batıp çıkıyor. Hayvan gibi böğürüyor babası. Göbeğinden sımsıcak, çimen suyu gibi yemyeşil bir sıvı oluk oluk boşalıyor.

“Aslan oğlum, canım oğlum, annesinin bir tanesi” diyen annesinin kucağında uyanıyor Saim. Ağlıyor annesi. Babam yine anneme vurdu, diye düşünerek öfkeleniyor. Gözleri, sağ tarafının üzerine yığılmış ve kanlar içinde yatan babasına takılınca geçiyor öfkesi. Göbeğine üşüşmüş onlarca karasinek babasının pelteleşmiş kanını emiyor. Sırtında yüzlerce karınca dolaşıyor babasının. “Babanı karasinekler yedi oğlum,” diyor annesi. “Büyüyünce babanın intikamını al, e mi oğlum?” diye de ekliyor sonra.

Koltuğun arkasından öfkeyle harekete geçti Saim. Hiç korkmadan ayaklandı. Sehpada gezinen karasineğe baktı. Gözlerini kan bürüdü Saim’in. Emin adımlarla yaklaştı karasineğe. Bacaklarından ense köküne kadar bir ürperti dolaştı. Karasinek aniden havalansa şıp diye yere düşecekti sanki. Birkaç adım daha yaklaştı karasineğe. Üzerine doğru eğildi. Baştan sona inceledi karasineği. Sağ avucunu sonuna kadar gererek açtı. Bütün şiddetiyle bir tokat indirip karasineği ezdiği gibi, zaferinin sarhoşluğuyla merdivenleri üçer beşer atlayarak sokağa çıktı.

“Babamın intikamını aldım! Babamın intikamının aldım!” diye sevinçle bağırarak yokuştan aşağı doğru koşarak indi.

Sahip Can