Ahmet Karadağ

“Benim vicdanım rahat. Hiç kuşkusuz ortada ağır bir suç var ve yine hiç kuşkusuz yasalar çiğnenmiş ve kan dökülmüştür… Madem öyle, çiğnenen yasalarınıza karşılık siz de benim başımı alın, olsun bitsin!”
Dostoyevski (Suç ve Ceza)

Rasul Nihat 2023 yılının on Nisan sabahı elinde battal boy siyah çöp poşetinin içine konulmuş ve dünyadaki tüm mal varlığı olan birkaç parça eşyayla birlikte Sincan 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nin nizamiye kapısından tahliye edildi. Sadece nizamiye kapısının önünde değil, hiçbir yerde bekleyeni yoktu. Burada kaldığı yirmi yılın son beş yılını hücrede tek başına geçirdiği için cezaevi raconunda âdet olduğu üzere tahliye olurken, yekunu; bir transistörlü radyo, Bandırma Açık Cezaevi iş yurtlarında mamul siyah iki adet boxer don ve simit yaka atlet, biri dolu biri yarı boş 60 yapraklı kareli harita defter, bir mavi tükenmez kalem, bir adet eşofman takımı ve Javsu marka 1.5 litrelik su şişesi olan tüm eşyasını koğuş arkadaşlarına bırakamadığı için siyah çöp poşetine koymuştu. Nizamiye kapısının çıkışında sırf âdet olduğu üzere “Geçmiş olsun hemşerim” diyen jandarma erlerine cevap vermeyerek, sanki yirmi yıldır karşısına bir duvar ya da demir kapı çıkmadan ufuk çizgisine bakarak yürümeyi unutmamış gibi çabuk adımlarla Sincan-Ulus dolmuş durağına doğru yürüdü. Cebinde, çıkarken saymanlığın verdiği, cezaevi kantininde çalışmasından dolayı hak ettiği Mart ayı iş yurt maaşı olan 720 lira vardı. Dolmuşa binmeden önce cezaevine girdiği 2003 senesinin Figen Pastanesindeki iki adet dereotlu poğaça ve duble çay fiyatını esas alarak hesapladığı toplam 20 lirayı ne olur olmaz harcamayayım diye 720 lirayı koyduğu sağ cebinden ayırıp sol cebine koydu. Balta olsa olsa 200 liradır diye düşündü.

Dolmuşta en arka dörtlü koltuğun pencere kenarına oturdu. Yanı boştu. Siyah poşeti ayağının dibine aldı. Yeni yeni dolmakta olan dolmuşun gençten şoförü Virgin Radyo’dan sakin sakin bir rap parçası dinlerken, gözü yol boyu kaldırımlarda bekleşen insanlardan gelebilecek bir el işaretini kaçırmamak üzere fıldır fıldır dönüyordu. Dolmuş ücretini önündeki kel adamın omzuna vurarak gönderdi. Dörtlü koltuğun en başında kapüşonunu nerdeyse yüzünü de örtecek şekilde kapamış, kulaklığından gelen müziğe ayaklarıyla tempo tutarak eşlik eden liseli bir çocuk vardı. Bir süre sonra öndeki bütün koltuklar doldu. Son olarak on-on iki yaşlarındaki kızıyla binen kırk yaşlarındaki kadın başka yer olmayınca söylene söylene Rasul Nihat’la kapüşonlu delikanlı arasındaki boş iki koltuğa oturdular. Rasul Nihat toparlanıp iyice köşeye büzüşmesine rağmen kadının koltuğa yerleşirken bacaklarına değmesine engel olamadı. Kadının bacakları Rasul Nihat’ın bacağına değer değmez elektrik çarpmış gibi bir sıcaklık beynine doğru sündü. Cezaevinin birinci senesinde kız kardeşinin açık görüşe ilk ve son kez geldiği o günden bugüne, yani tam on dokuz yıldır bir kadına kokusunu hissedecek kadar yakın olmamış, kaza ile bile olsa dokunmamıştı. Korktu kendinden Rasul Nihat, kadına değmeyecek şekilde yanağını cama dayayarak iyice büzüştü köşeye.

Dolmuş İstanbul yolundan son sürat ilerlerken, bu yolun geliş tarafından en son yirmi yıl önce Doblo bir sivil polis aracının arka koltuğunda, üç gündür uykusuz, polis tarafından dövüldüğü için yara bere içinde ters kelepçeli olarak cezaevine getirilişini hatırladı. Ev sahibi olan yaşlı kadınla pek de hoş olmayan bir görüşme yaptıktan sonra eve gelmiş ertesi günkü Borçlar Hukuku vizesine çalışmış ve merkezi sistem kalorifer erken kapatıldığı için buz gibi olan odada ısınmak için kendini yatağa atıp beş dakikaya kalmadan sızmıştı. Saat gece yarısını geçerken kapısına neredeyse tekmelercesine vurulması üzerine yarı uykulu kapıyı açtığında kendisine silah doğrultmuş üç polis üzerine atlayarak yüzüstü yere yatırmıştı. Ağzı rakı ve sarımsak kokan şişman olan polis bir taraftan arkadan kolunu bükerken bir taraftan da tıslayarak “Nereye sakladın ulan baltayı?” diye sormuştu. “Ne baltası” bile diyememişti Rasul Nihat, arkadan bükülen kolunun her an kırılmasını beklemeye, kırılırken çıkacak çat sesini duymaya hazırlamıştı kendini. Bir oda bir salon küçücük bir evi aramak için onlarca polis doluşmuştu evin içine. Bir süre sonra ters kelepçe yaptıkları için, üzerine abanan, kolunu büken polisler kalkmıştı. Yüzüstü yattığı yerden izliyor ve dinliyordu olan bitenleri. “Amirim,” diyordu bir tanesi, “şu serinkanlılığa bak sen, iki tane kadını baltayla öldür, sonra hiçbir şey olmamış gibi gel evine fosur fosur yat, olacak şey değil” diyordu. Aynı amir beş dakika sonra botuyla Rasul Nihat’ın kafasına basarak “Saatin nerde ulan senin, bir halt etmişsin madem doğru düzgün etseymişsin geri zekâlı” demişti. Sonra Rasul Nihat’ı yerden kaldırarak beş polis eşliğinde apartmanın bodrumuna inmişlerdi. Bodrumda her daireye ait bir adet küçük depo vardı. Rasul Nihat bugüne kadar buraya hiçbir şeyini koymamıştı –ki koyacak herhangi bir şeyi de yoktu zaten.- Değil eşya koymak bir kez bile inip bu depoya bakmamıştı. Deposu kilitli bile değildi, sadece yalandan bir sürgüyle kapalıydı. Bodrumun ışıklarını yakıp deponun kapısını açtıklarında üzerinde pıhtılaşan kanlarıyla öylece ışıl ışıl parlayan baltayı ve bir kadın cüzdanını görmüşlerdi.

“Kardeş, çiftlik kavşağında inecek var” sesiyle irkildi Rasul Nihat. Yanındaki kadındı şoföre seslenen. Kadın ve kızı tıpkı binerken olduğu gibi söylene söylene indiler dolmuştan. Yirmi dakikadır büzüşmekten bacakları ağrıyan Rasul Nihat bacaklarını gere gere yan koltuğa doğru yayıldı. Eli biraz önce kadının oturduğu koltuğa değip, oturduğu yerin sıcaklığını hisseder hissetmez ateşe dokunmuş gibi çekti ellerini. Çocukken annesinin kucağına oturduğu zamanlarda annesinin onu çok mutlu eden sıcaklığını hatırladı. Annesi bir taraftan onun kıvır kıvır sarı saçlarını okşarken bir taraftan da gülerek “eşşek kadar oldun sıpa, hâlâ sevdirmeye geliyorsun kendini” der öperdi. Babası öldükten sonra iyiden iyiye annesine düşmüştü Rasul Nihat. Babasından kalan berber dükkânını devretmek zorunda kalmışlar, o para da kısa zamanda suyunu çekince babasının ne öldürür ne ondurur Bağ-Kur maaşına kalmışlardı. Kendisinden sadece bir yaş küçük olan kız kardeşi Derya’yı çok severdi. Sarı saçlı öyle güzel bir kızdı ki, bakmaya kıyamazdı insan. Rasul Nihat Ankara Hukuk Fakültesini kazandığı seneye kadar Seydişehir gibi küçük bir ilçede iyi kötü geçinmeyi başarmışlarsa da, üniversiteye başlaması bütçede telafisi mümkün olmayan bir delik açmıştı. Devlet yurdu çıkmayınca Cebeci’de giriş katta güneş görmeyen küçük bir evin kirası özel yurt fiyatına denk gelince annesi oğlunun evde kalmasının daha iyi olacağını düşünerek ev tutmuşlardı. Kendisinden birkaç yaş küçük kız kardeşiyle kalan yaşlı bir kocakarının eviydi tuttukları ev. Yaşlı kadının Cebeci’de, Dikmen’de babadan miras otuza yakın evi olduğu söyleniyordu. Rasul Nihat çoğu kez ay sonunda kirayı zar zor denkleyip kadının evine gidip verebiliyordu. Eğer kira birkaç gün gecikirse, vermeye gittiğinde utana sıkıla özür diliyor, yaşlı kadın da her seferinde “delikanlı bu son olsun, öğrenci möğrenci dinlemem bir daha gecikme olursa avukata söyler attırırım seni” deyip homurdanıyordu. Annesi emekli maaşı yetmediği, Rasul Nihat’a yeterli para gönderemediği için Seydişehir’de bazlama, gözleme, erişte yapan bir dükkânda yarım günlüğüne çalışmaya başlamış, oradan kazandığı parayla biraz nefes almışlardı. Annesi oğlu üzülür diye çalıştığını neredeyse altı ay gizlemiş, bir bayramda eve geldiğinde kardeşi Derya’dan öğrenmişti. Üzülmüştü üzülmesine da elden bir şey gelmediği için sessizce, annesine konuyu bile açmadan kabullenmişti. Ama ahdi vardı, hâkim ya da savcı olduğunda annesini de kız kardeşini hiç olmadıkları kadar mutlu edecekti.

Şoförün “Abi inmiyor musun, Ulus son durak” sesiyle kendine geldi. Dolmuş boşalmış, yeni seferin sırasına bile girilmişti. Poşetini alarak indi, eski meclisin önünden geçerek heykele doğru yürüdü. “Hiç değişmemiş buralar” dedi kendi kendine, “değişik olan bir şey varsa o da benim artık beyazlaşan saçlarımla buralarda yeniden yürümem” diye mırıldandı. Anafartalar Çarşısının önünden Dikimevi’ne giden mavi otobüslerden birine bindi. Otobüs neredeyse boştu, bu saatler altmış beş yaş üstü kartlarıyla ücretsiz otobüse binen yaşlıların saatiydi. Hararetle konuşmakta olan iki yaşlı kadın siyah poşetle, pek de düzgün olmayan kıyafetlerle otobüse binen Rasul Nihat’ı şöyle bir süzdüler, üzerinde konuşmaya değer bulmamış olacaklar ki, hafif bir burun kıvırmayla eski sohbetlerine döndüler. Otobüs dura kaka ilerlerken git gide yirmi yıl öncesi yaşadığı yerlere doğru yaklaştıkça daha çok hatırası olduğu, daha aşina olduğu yerleri görmek heyecanlandırdı onu. Otobüs Denizciler Caddesinden Talat Paşa Bulvarına kıvrıldığında yolda gördüğü, kız kardeşi Derya’nın on beş-on altı yaş hâllerine benzeyen sarı saçlı bir kız onu düşüncelere daldırdı. Gece yarısı baskınıyla tutuklandığı gün annesinden APS ile bir mektup almıştı. O mektup aynı zamanda evde bulunan deliller arasında dava dosyasına da girdiği için baronun avukatı tarafından cezaevine bir fotokopisi gönderilmişti. Eğildi, siyah poşetinin içindeki defterin arasından bu yirmi yıl boyunca binlerce kez okuduğu satır satır ezberinde olan mektubu yeniden okudu:

Sevgili Rasul’um

Nerdeyse iki ay oluyor sana yazamadım. Sana yazamamak beni çok üzüyordu, inşallah yazmamakla seni de üzmemişimdir. Seni ne çok sevdiğimizi bilirsin, sen bizim biriciğimizsin, benimle Derya’nın, bizim bütün umudumuz bütün güvencemiz sensin. Parasızlık nedeniyle kirayı vaktinde ödeyememen, gereken kitapları alamaman nedeniyle kafanın dağınık olduğunu, derslerinin iyi gitmediğini öğrendiğimde ne hâle geldiğimi bilemezsin. Rahmetli babandan kalan 1380 liralık emekli maaşı yetmediği için mahalledeki bazlamacıda çalıştığımı biliyorsun. Üç ay önce hastalandığım için on beş gün işe gidemedim, bu yüzden işten çıkardılar beni. Kira paranı gönderebilmek için akrabalarımızdan borç istememe rağmen kimse yardımcı olmadı.

Sana üzülürsün diye söylememiştik bugüne kadar ama, kardeşin Derya liseyi bitirmeden devlet hastanesindeki taşeron şirketine temizlikçi olarak girdi. Sağolsun Derya’nın kazandığı parayla bugüne kadar senin kiralarını gönderebiliyorduk. Bundan sonrası için sana bir müjdemiz var. Artık para sorunumuz bitiyor. Derya’nın çalıştığı taşeron şirketin sahibi Tacettin Bey Derya’ya evlilik teklif etti. Tacettin Bey iyi bir insan, bizlere de yardımcı oluyor. Tanışınca çok seveceğinden eminim Rasulum. Belki sen onu biraz yaşlı bulabilirsin ama, bak Derya yanımda şimdi, gülerek “yaşlı kocalar merhametli olur, merak etmesin abim” diyor. Tacettin Bey kırk üç yaşında, karısından altı ay önce boşanmış, üç çocuğu var. En büyüğü kardeşin Derya yaşında. Sakın bunlar seni endişelendirmesin kuzucuğum, Derya hiç görmediğin kadar mutlu, bak ne diyor şimdi; “gelecek ay evlendikten sonra abim parayı dert etmesin, savcı olunca bana kocaman bir dondurma alır ödeşiriz” diyor.

Canım oğlum, bu ay kirayı geciktirdiğimiz son ay olacak inşallah. Sen ev sahibi kadına bunu söyle, eğer kabul etmezse benim sana üniversiteyi kazandığın sene aldığım, arka kapağına “Göz bebeğim oğlum Rasul Nihat’a sevgilerimle” yazdırdığım kol saatini rehin verirsin. Gelecek ay para gönderdiğimizde geri alırız saati, ha ne dersin olur mu kuzucuğum?

Oğlum senden bir ricam var, ne olur bütün bu olumsuz şartlar umudunu kırmasın, seni ve derslerini etkilemesin, inancını sarsmasın, kul hakkı yemene sebep olmasın. Ben ve baban sana bugüne kadar bir lokma bile haram lokma yedirmedik. Kardeşinle ben ölünceye kadar senin yanında olmaya devam edeceğiz. Seni sımsıkı kucaklıyor, binlerce kez öpüyoruz.

Annen…

Mektubu her okuduğunda olduğu gibi ağlamasını engelleyemediği için mektuba damlamasın diye elinin tersiyle sildi gözyaşlarını. Katlayıp koydu tekrar defterin arasına. Otobüsten Dikimevinde indi. Yirmi yıl önce fakülteden arkadaşlarıyla defalarca kez gezip dolaştığı, her bir kaldırım taşında ayak izleri olan Cemal Gürsel Caddesine doğru yürüdü. Cemal Gürsel Caddesi öğrencilik yıllarında bıraktığı gibi değildi. Birçok yeni kafe ve restoranın açılmış olduğunu fark etti. Acaba Figen Pastanesi kapanmış mıdır diye bir korku düştü içine. Hapisteki yirmi yıl boyunca kurduğu iki hayalinden ikincisi, çıkınca Hukuk Fakültesinin köşesindeki Figen Pastanesinin dereotlu poğaçasını yemek olmuştu. Hem birinci hem de ikinci hayalini bugün gerçekleştirmek istiyordu. Yavaş yavaş cadde boyu yürürken bir taraftan da annesini ve kız kardeşini düşünüyordu. Mektupta söyledikleri gibi birkaç ay sonra çalıştığı taşeron şirketin patronuyla evlenmişti Derya. Hapiste olduğu için düğüne gelememişti. Ama kız kardeşinin, abisi uğruna kendi hayatını mahvettiğini adı gibi biliyordu. Zaten mutlu günler çabuk bitmiş, annesi oğlunun cinayet suçlamasıyla hapse girmesine dayanamamış, o dertle 7-8 ay sonra meme kanserinden ölmüştü. Rasul Nihat hapisteyken sadece bir kez açık görüşe gelebilen kardeşi Derya’dan evliliğiyle ilgili tüm sırları öğrenmişti. Kocası her gün dövüyordu onu, özellikle annesi de öldükten sonra sahipsiz kaldığı için adam her türlü kötülüğü yapıyordu. Evliliğinin üçüncü yılında intihar mı cinayet mi olduğu belli olmayan bir biçimde yatağında ölü bulmuşlardı kardeşini. Kocası partinin ilçe yönetiminde olduğu için otopsi yaptırmadan gömdürtmüştü. O gün bu gündür kimsesizdi Rasul Nihat.

Figen Pastanesini yerli yerinde bulmak sevindirmişti. İçeriye girip tam hayalini kurduğu üzere iki dere otlu poğaça ve bir duble demli çay söyledi. Keyifle, yirmi yılın açlığı ve özlemiyle yedi. Burada ne çok hatırası vardı. Özellikle vize çıkışları arkadaşlarıyla uğrarlar, çay içip profiterol yerlerdi. Kasaya gidip ödedi parayı. Hesapladığının dört katı para verdi. Yaşadığı mutlulukla kıyaslayınca umursamadı bu pahalılığı. Parayı ödeyip çıktı, hazırdı şimdi.

Artık sıra hayalini kurduğu birinci şeyi yapmaya gelmişti. Elindeki poşetle kararlı adımlarla tekrar yukarıya, Dikimevi’ne doğru yürümeye başladı. Kutludüğün Caddesine geldiğinde Cebeci camiine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüyünce evini görmüştü, neredeyse yirmi yıl önce bıraktığı gibi harabe hâlde duruyordu. Belli ki kocakarı öldükten sonra kimse ilgilenmemişti evle. O gün annesinden aldığı mektubu okur okumaz annesinin mektupta bahsettiği saati de alarak hemen bir sokak ilerideki kocakarının evine gitmişti. İlk kez kirayı bu kadar geciktirmişti. On beş gün geçtiği halde ödeyememiş ve belki on beş gün daha ödeyemeyeceğini, ama en azından bu saati rehin olarak bırakabileceğini söylemeye gelmişti. Merdivenleri yavaş yavaş çıkarken ikinci katta boyacıların çalıştığını görmüştü. Boya yaptıkları dairenin kapısı ardına kadar açıktı. Boyacıları tanıyordu Rasul Nihat, iki üç bina aşağıdaki hırdavatçının hem sahipleri hem boyacılarıydı. Birkaç kez kapıları verniklemek için vernik almaya dükkâna gittiğinde laflamışlardı bile. Muhtemelen kardeş ya da kuzendiler. Merdiveni çıkarken onlarla göz göze gelip bir baş selamıyla selamlamış, keşke demişti burada olmasalardı, şimdi kocakarıyla olan konuşmaları duyacaklar diye düşünmüştü. Çünkü kadının dairesi bir üst kattaydı. Zili çaldığında uzun bir bekleyişten sonra gözetleme deliğinden kontrol edildikten sonra kapı açılmıştı. Kadının üzerinde salça lekeleriyle dolu kirli bir sabahlık vardı. Rasul Nihat’ı görür görmez, “Neredesin sen, on beş gün oldu ödemedin kirayı, getirmişsindir inşallah, yoksa hemen eve dönüp boşalt evi,” diye çemkirmeye başladı. “Teyzeciğim özür dilerim” dedi Rasul Nihat mırıldanarak, “bu ay çok sıkıştık en kısa zamanda ödeyeceğim, ne olur kusura bakmayın” dedi. Kadın avaz avaz bağırarak “ Ne kusuru be” dedi, “kusura bakmam ben, gereğini yaparım”, içeri seslenerek “Nazmiye, şu avukatı bir arasana buraya gelsin” dedi. İçerden “olur abla arıyorum hemen” diye bir ses geldi. Rasul Nihat telaşla atıldı, “Teyzeciğim aramanıza gerek yok, halledeceğim diyorum, inanın bana. Bir söz olarak da şu saati rehin bırakayım isterseniz, özel bir saattir, anemin hediyesidir, en az iki kira parası değerindedir.” Kadın saati görür görmez gözlerinde bir ışıltı oldu, “ver bakayım şu saati” deyip aldı, yakından inceledi. “Tamam delikanlı, kirayı ödeyince geri veririm bu saati” deyip, içerideki kız kardeşine seslendi “Nazmiye aramana gerek yok, al şu saati de masanın üstüne koy” dedi. Rasul Nihat teşekkür edip ayrıldı, kadın bağırdı arkasından “geciktirme kirayı, yoksa saatin benim olur.” Merdivenlerden inerken tekrar ikinci katta boyacılarla karşılaştı, bütün konuşmayı dinlediklerinden emindi. Bu sefer selam vermeden kaçarcasına indi merdivenlerden.

Hırdavatçının önüne geldiğinde üzerine bir rahatlık çökmüştü. İçeri girip her iki boyacıyı da orada bulunca iyice rahatladı. İkisi de yaşlanmış ve göbeklenmişlerse de hemen tanımıştı. Nasıl tanımazdı onları. Defalarca kez mahkemeye şahit olarak gelmişlerdi. Yemin billah kocakarıyı ve kızkardeşini Rasul Nihat’ın öldürdüğünü, o gün onlar boya yaparken kanlı baltayla merdivenlerden telaşla indiğini gördüklerini söylemişlerdi ikisi de. Asıl onlar kadını öldürdükten sonra kanlı baltayı ve içinde para olmayan cüzdanı Rasul Nihat’ın bodrum kattaki deposuna bırakmışlar, sonra da polise ihbar etmişlerdi. Saat olayını da söylediklerinin kanıtı olarak sunuyorlardı, arbede sırasında saatin düştüğünü, o heyecanla zanlının saati alamadan kaçtığını, bunları kendi kulaklarıyla duyduklarını, korktukları için yardıma gidemediklerini söylemişlerdi. Mahkeme heyeti bu şahitliği yeterli bulmuş, delillerin de, katil olarak Rasul Nihat’ı gösterdiğini söyleyerek yirmi yıl hapis cezasına hükmetmişlerdi.

Adamlar tanımamıştı onu, uzun yıllar geçmişti üzerinden. “Balta var mı” diye sordu Rasul Nihat kasada oturana. “Var abi” diye cevapladı adam, “nasıl bir şey olsun?” “Keskin olsun,” dedi Rasul Nihat, “tek vuruşta halletsin”. “Recep” diye seslendi diğerine doğru, “abiye bir göstersene baltaları, beğen sen abi ben fiyatta yardımcı olacağım.” Diğeriyle birlikte baktılar, beğendi birini, kasaya gittiler. “Ooo, abi en iyisini seçmişsin, işi biliyorsun sen” dedi. “Bilirim” diye cevapladı Rasul Nihat. Bu diğerlerinden pahalı yalnız biraz” dedi. “Olsun” diye cevapladı, Rasul Nihat, “önemli olan işimiz görülsün.” Ödedi parayı, hak geçsin istemiyordu, 480 lira verdi. “İstersen kalın bir poşete koyayım abi” dedi kasadaki. “Hayır” dedi, “hemen kullanacağım.” Adam şaşırarak Rasul Nihat’a baktı. Birden baltayı iki eliyle kaldırıp adamın başının orta yerine vurdu. İkiye ayrıldı adamın başı, gözleri ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığıyla sonuna kadar açılmıştı. Diğeri korkuyla kaçmaya çalıştı, arkasından yetişip arkadan bütün gücüyle baltayı vurdu, onun kafası da arkadan ikiye yarıldı.

Baltayı oraya bırakıp poşetini alarak sakin bir şekilde dışarı çıktı. Islık çalarak yürümeye başladı. Bugün yirmi yıldır bir gün bile düşünmeden uyumadığı iki hayalini de gerçekleştirmişti. Cemal Gürsel Caddesine geri çıktı. Cebeci Polis Karakolu’na gidiyordu. Yolda Dikimevi metro durağının çıkışında seyyar kitapçıyı gördü. Cezaevi kütüphanesinden defalarca keza isteyip okuduğu Suç ve Ceza’yı hemen fark edip satın aldı. Cezasını çekmiş, Sibirya’daki kürek cezasından dönen Raskolnikov kadar rahattı vicdanı. Önce cezayı çekmiş, sonra çektiği cezanın suçunu işlemişti Rasul Nihat. Hatta alacaklı bile sayılırdı. Çünkü kendisi iki masum kadını öldürmenin cezasını yatmıştı, hâlbuki iki katili öldürmüştü, alacaklıydı. Polis karakoluna gidip her şeyi anlatacaktı. Bırakacaklarından, hatta teşekkür bile edeceklerinden emindi. Bırakmayacak olurlarsa onlara Suç ve Ceza’yı verip okumalarını isteyecek, okuyunca hatanızı anlayıp bırakacaksınız nasıl olsa diyecekti. Yirmi yıldır hiç olmadığı kadar mutlu ve rahattı. Keyfi iyice yerine gelmişti. Cemal Gürsel’in köşesindeki Lipa Dondurma’dan üç top karamelli dondurma aldı. Derya’nın en sevdiği buydu…

Ahmet Karadağ