Kuir kavramı bu topraklarda olduğu kadar diğer coğrafyalarda da yanlış anlaşılıyor. Kuir denince akla hemen Lgbti+ bireyler geliyor ki bu doğru değildir. Elbette Lgbti+’lar arasında kendini kuir olarak tanımlayanlar da vardır ama kuir olma hali bambaşka bir varoluşa işaret eder. Kuir, düşünüldüğünden daha geniş bir alanı kapsamakta ve sanıldığından daha büyük bir kitleyi kucaklamaktadır.

Kuir kelimesinin sözcük karşılığı garip, tuhaf, yamuk, anormal gibi anlamlara gelir. Aynı zamanda argoda “ibne” olarak kullanılır. Bu ismi ilk sahiplenen Lgbti+ hareketi olduğundan kuir kelimesi (genellikle) Lgbti+’ları çağrıştırır. Queer Nation[1], Batı’da uzun dönem Lgbti+’ları aşağılamak için kullanılan Kuir sözcüğünü bilinçli olarak sahiplenmiştir. Madem siz bize garip, acayip, anormal, yamuk diyorsunuz o halde biz de size “Kuiriz ve buradayız diyoruz” diyerek heteronormatif ideolojiyi kendi silahıyla vurmuştur. Böylece her türlü cinsel sınıflandırmayı, normal görünme ve davranma fikrini protesto etmiştir.

Kökleri ta Antik Yunan’a kadar giden hümanist ve düalist düşünce, heteronormatif ideolojinin en önemli ayağını teşkil eder. Bugün tüm dünyaya egemen olan ve yaşamın her alanına nüfus eden Batı ideolojisi, bu hümanist ve düalist temsillerle ve onun fallus merkezci eril diliyle hüküm sürmektedir. Hümanist düşünce, insanı dünyanın merkezinde konumlandırır ve kendi dışındaki tüm canlıları görmezden gelir veya onlara hükmeder. Onlar için doğa, tüm canlıların bir arada olduğu ortak bir yaşam alanı değil savaşılması, ehlileştirilmesi gereken bir mücadele arenasıdır. Tabii burada kastedilen insan, Batılı, beyaz, güçlü, kültürlü erkekinsandır. Kadınlar, çocuklar, engelliler, diğer renkten insanlar yoktur.

Düalist düşünce ise kültürün doğadan, insanların hayvanlardan, erkeklerin kadınlardan, güçlülerin zayıflardan, beyazların renklilerden, batılıların doğululardan, yerlilerin yabancılardan, düzcinsellerin eşcinsellerden “daha iyi ve makbul” olduğu fikrini varsayar. Bütün bu hümanist ve düalist dayatmalar, Platon’dan beri karşımıza çıkar ve Descartes’la doruğuna ulaşır. Descartes özellikle zihin/beden ayrımını öne çıkarır. Ona göre beden, doğuştan cinsiyetlidir, yekparedir, aklın altında sıralanmıştır ve aklın müdahalelerine muhtaç bilinçsiz bir mekanizmadır. Elbette bu konumlandırmaları kaçınılmaz olarak cinsiyetçilik, ırkçılık, türcülük gibi tarihsel olarak yapılandırılmış ayrışmalar izler.

Bu tarihsel olarak inşa edilmiş düalist ve hümanist kategoriler, kuir kuramının karşı çıktığı başlıca alanlardan biridir. Kuir hareket, her şeyden önce kimliklere değil kimliksizleşmeye vurgu yapar. Bu yolla her türlü kimliğin baskıcı ve dışlayıcı gücünü etkisiz hale getirmeye çalışır. Kuir kuramı, heteronormatif ideolojinin vâzettiği “normatif alan”, “norm olan” benzeri söylemlere şiddetle itiraz eder. Bu yolla insanlara “kötüyü”, “anarmoli” yeniden düşünme olanağı sağlar.

Kuir kuramının önemli düşünürlerinden Judith Butler’ın da belirttiği gibi “sabitlenmemesi gereken, akışkan ve gezen” bir kavramdır kuir. Belli bir tanıma ihtiyacı yoktur. Onu tanımlamalar içerisine hapsetmek, kuirin amacına ve ruhuna aykırıdır. Kuir’lik bir varoluş halidir. Sabit bir kavram değildir o, sürekli değişen, gelişen bir oluşumdur.

Aslında kuir kuramı, ne olduğuyla değil neye karşı olduğuyla kendini ortaya koyar. Tarihsel olarak yapılandırılmış toplumsal kimlik, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelimlerle ilgili her tür tanıma, dolayısıyla kimlik ve cinselliğin üzerine kurulduğu baştan belirlenmiş kategorilere karşı çıkar. “Normali”, “Normalliği” kuran yapıları sorgularken amacı yüzyıllardır kıyıda köşede tutulanı merkeze çağırmak değil, bizzat merkezi darmaduman etmektir. Bu bağlamda kuir hareket, mahremiyet hakkıyla değil kamusal olma özgürlüğüyle ilgilidir.

Kuir hareketinden kısaca bahsettikten sonra gelelim kuir edebiyata. Bence kuir edebiyat, kimlik ve cinsiyet klişelerini alaşağı ettiği kadar dile hâkim olan eril söylemi de alt üst etmiştir. Bilindiği üzere edebi söylemin yegâne aracı dildir ve dil masum bir iletişim aracı değildir. Dildeki yapılar avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçildiğinden beri– heteronormatif kültürel kodlarla donanmıştır. Dolayısıyla insan bilincini şekillendirmede birincil rol oynar. Gılgamış’tan İlyada’da kadar tüm yazılı mitler, destanlar hep erkek kahramanları anlatır. Onların şeref, cesaret ve gözü peklikle dolu maceralarını soluk soluğa hikâye eder. Bu metinlerde kadınlar salt gençliği, güzelliği, cinselliğiyle erkekleri baştan çıkartan ve böylece erkekler dünyasına nifak tohumları sokan korkutucu birer prototip olarak yer alırlar. Bu ‘aşağılık’ nitelikleri yüzünden her daim kargaşaya, kaosa, savaşlara sebep olurlar. Maalesef bu tür fallus merkezci eril söylemler –farkında olsak da olmasak da– kültürel kodlarla genetik hafızamıza çoktan kazınmıştır.

Bu nedenle edebiyat dili, ister düzcinsel ister eşcinsel ister çokcinsel bağlamında olsun, içinde herhangi bir iktidar barındırıyorsa eril bir söylemdir. Benim kuir edebiyat derken kastettiğim, içsel bir iktidara sahip olmayan, kabul görmüş normatif yapıları sorgulayan ve dile hâkim olan heteronormatif söyleme, elinde olan tek araçla yani kendi yarattığı diliyle (nötr veya daha yaratıcı bir dille) meydan okuyan metinlerdir. Tüm kurumlarıyla bilinç katmanlarımıza yerleşmiş olan kültürel dinamiklere karşı yepyeni bir dil oluşturmak, kuir edebiyatın olmazsa olmazıdır.

Bana göre Türkçe Edebiyatın ilk kuir yazarları: Suat Derviş, Sevim Burak, Leyla Erbil, Selçuk Baran ve Selim İleri’dir. Onların yazdığı romanlar ve öyküler, kültürel kodlarla genetik hafızamıza aktarılmış ve kolektif bilinç dışımızı kaplamış, verili ya da dayatılmış olan her türlü iktidara karşı bir manifesto niteliğindedir. Sadece devletin tüm aygıtlarını elinde tutan ve her fırsatta kullanmaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara değil aile, ahlak, cinsellik gibi kavramların merkezinde yer alan toplumsal iktidarlara da karşı metinlerdir.

Suat Derviş

Tam da bu saiklerle, kuir edebiyatın ilk temsilcisi saydığım Suat Derviş, hâkim ideolojiyi temsil eden edebiyat kanonu tarafından, 1950’lerden 2000’li yıllara değin unutulmaya terk edilmiştir. Hatırlandığı zamanlarda ise edebiyata olan katkısı değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Suat Derviş ne Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan Milli Edebiyat’a ne de sonrasında Halkçı Edebiyat denilen akıma yüz vermiştir. Romanları, ne siyasal bir bağlam olan millet kavramına ne dinsel bir bağlam olan ümmet kavramına işaret eder. ‘İnsan olmanın ne’liğine dair çok daha derin ve varoluşsal sorulara yanıtlar arar yazarımız. Söylendiği üzere Suat Derviş’in romanları ile popüler edebiyat arasında herhangi bir benzerlik ya da yakınlık da yoktur. Popüler edebiyat daha çok kutsal aileyi, fedakâr anneyi, sadık eşi ve mutlu sonla biten aşkları yazar. Suat Derviş’in romanlarında aşk, hiçbir zaman evlilik gibi kurumsal bir bağla sonuçlanmaz. Aynı şekilde onun kadın kahramanları, kutsal annelik ve geleneksel ev kadınlığı rollerinin çok dışındadır. Cumhuriyet dönemi yazarlarının yaratmış olduğu, topluma yön veren öğretmen, subay, doktor, kaymakam gibi küçük burjuva karakterlerin yerini ise toplumun dışına itilmişler, kenar mahallerde yaşayanlar, evsiz barksızlar, işsiz güçsüzler, sokak çocukları, seks işçileri, suçlular ve azınlıklar alır.

Sevim Burak dille oynama, onu ters yüz etme konusunda daha da ileriye giderek, tıpkı bir zamanlar mesleği olan terzilik gibi keser, biçer, oyar kelimeleri. Bazılarını büyük harflerle, bazılarını işaretlerle, bazılarını alt altta, bazılarını sağdan sola ya da soldan sağa yazar kâğıtlara. Kesip kesip iğnelerle teğeller onları ve perdelere asar. Sonra geçer bir güzel karşılarına, seyreder. O perdede görünmez olanı görünür kılmaya, anlatılmaz olanı anlaşılır kılmaya çalışır. Ah Ya Rab Yehova[2] adlı müthiş alegorik öyküsü, bence kuir edebiyatın başyapıtlarındandır. Topuğundan girip bacağını, kasığını, sırtını aşarak kalbine saplanan görünmez bir iğnenin sanrısıyla bodruma istif ettiği gaz sandıklarını tutuşturup Yahudi mahallesini ateşe veren Bilal’in ve ondan doğurduğu evlilik dışı çocukla büyük acılar çeken Zembul’un tuhaf, akıl almaz hikâyesidir anlatılan. Bu öykünün de yer aldığı müthiş eseri Yanık Saraylar’la 1966 yılında Sait Faik Hikâye Armağını’na katılır yazarımız ve elbette kazanamaz. Bugün Sevim Burak ve Yanık Saraylar’ı okumamış –hadi adını duymamış diyelim– tek bir kişi dahi yoktur ama ödülü alan Cengiz Yörük ismini kaç kişi hatırlar acaba?

Sait Faik, Leyla Erbil

Tıpkı Sevim Burak gibi yazdıkları ve yaşadıklarıyla Türkçe Edebiyatın en özgün, ayrıksı ve yenilikçi yazarlarındandır Leyla Erbil. Yaşadığı sürece edebi kişiliğinin yanı sıra politik yönüyle de ön planda olmuştur. Tıpkı Sevim Burak gibi, hayranı olduğu dostu Sait Faik adına verilen öykü ödülüne Gecede isimli unutulmaz eseriyle katılmış ve tahmin edileceği üzere, eli boş dönmüştür. Ondan sonra hiçbir edebiyat ödülüne yüz vermemiştir Leyla Erbil ve her kitabının başına “Bu kitap hiçbir ‘ödüle’ katılmamıştır” yazdırmıştır. 1969 yılında ödül, Orhan Kemal ve Faik Baysal’a verilmiştir. Bir bakıma yeniliğe karşı gelenekçi edebiyatın zaferi diyebiliriz buna veya binlerce yıldır süregelen eril dilin hâkimiyetini bir kez daha tescil etme çabası olarak da okuyabiliriz.

Leyla Erbil, dil öncesi döneme ait olan arkaik sesi edebiyata dâhil etmeye çalışmıştır. Bazen bir iç ses olmuştur bu, bazen de rüyaların, kâbusların, ölmüşlerin, cinlerin ve unutturulmaya çalışılan cadıların sesi olmuştur. Çoğu zaman söze dönüşmemiş sestir; bir ünlem, bir ah, bir nida, bir haykırış… Çok katmanlı anlatımı ve eşsiz simgesel diliyle hayranı olduğum Vapur[3] isimli öyküsü, kuir edebiyatımıza önemli bir katkıdır. Öyküde anlatıcı olan küçük kızın babası bir gemicidir ve öykü boyunca varlığı sadece sayıklamalarla hissedilir. Bir başına denizlere açılmış, özgür ve sahipsiz vapur, bir anlamda babasıdır küçük kızın ve ona her bakışında “babam nerdeydi?” diye sorar. Kaptansız, mürettebatsız, yolcusuz bir vapurun başkaldırı serüvenidir öykü. Bir yandan İstanbul’un tarihinde, göz alıcı yalılarında gezdirir bizi Leyla Erbil, bir yandan da kıyı boyunca onu izleyen halkın arasına karıştırır. Diğer yandan babası gelmeyen kızın, ablasının ve sürekli örgü örerek çocuklarına bakan bir annenin hayatına dokunuruz. Bazen, “yayaya, şa şa şa, vapur vapur çok yaşa” diyen, bazen de vapuru batırmaya çalışan donanmaya, “ya ya ya, şa şa şa donanma donanma çok yaşa!” diyen kafası karışık, güvenilmez kalabalığın tepkilerine şahit oluruz.

Selçuk Baran, aldığı onca ödüle rağmen yaşadığı süre boyunca hak ettiği ilgiyi göremeyen kuir yazarlardandır. Köşe başlarını tutmuş malum edebiyat baronları tarafından dikkate alınmamış, bir iki gerçek eleştirmen dışında eserleri hakkında etraflıca yorum yapılmamıştır. 1999 yılında, edebiyat çevresine kırılmış bir yazar olarak bu dünyayı terk etmiştir Selçuk Baran. Ta ki 2008 yılında, Yapı Kredi Yayınları Ceviz Ağacına Kar Yağdı adıyla bütün öykülerini yayımlayana kadar neredeyse unutulmuştur. Bu eserin basılmasıyla birlikte hakkında çıkan yazılar hem nicelik hem nitelik olarak artış göstermeye başlar.

1972 yılında, ilk öykü kitabı Haziran’ı kendi çabalarıyla bastırır ve Türk Dil Kurumu Öykü Ödülünü alır. Böylece hayranı olduğu Sait Faik’in “küçük insanının” dünyasına usulca giriverir. Haziran’da küçük özlemleri, küçük sevinçleri, küçük umutları, küçük düşleri, küçük pişmanlıkları, küçük yıkımları olan insanları anlatır. Kendi deyimiyle, yazmaya önce çatlaklardan başlar ancak uçurumlara sıra gelmez. Hayattayken ikinci baskısını gördüğü tek kitabı Haziran olur!

Dokuz hikâyeden oluşan Anaların Hakkı 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Adnan Özyalçıner’in Gözleri Bağlı Adam adlı yapıtıyla paylaşır. Buna rağmen Bozkır Çiçekleri adlı romanı, yazıldıktan on yıl sonra zar zor yayımlanır. Selim İleri, Selçuk Baran’ın “soluksuz bırakılan” yazarlardan olduğunu, okur tarafından “görmezden gelindiğini”[4] söyleyen ilk yazardır. Ve bu durumu, “inceliklere, yalınlıklara kapalı eleştirmenlerin, yazarların ve okurların bilinçsiz suikastı” olarak değerlendirir.

Söz Selim İleri’den açılmışken devam edelim. Selim İleri’nin kurmaca dünyası, kuir karakterlerle doludur. Sabit, değişmez cinsel kimlikler yoktur eserlerinde, sürekli değişebilen cinsel yönelimler ve akışkan bedenler vardır.

1980 yılında yayımlanan Bir Denizin Eteklerinde adlı kitabı, bana göre, Selim İleri’nin başyapıtıdır. İçinde dört öykü ve bir novella barından eser, aynı zamanda kuir edebiyatın en önemli yapıtlarındandır. Öykü kahramanı Cem’in, Murat, Ergin ve Gilda ile olan gelgitli gönül ilişkilerini anlatan enfes bir novelladır Bir Denizin Eteklerinde. Öykü kahramanı Cem, İstanbul’dan kaçıp Bodrum’a gelir ve tesadüfen bir fotoğrafçı dükkânında bulur kendini. Orada ne fotoğraf ne resim ne sanrı olan ama aynı zamanda hem fotoğraf hem resim hem de sanrı olan birkaç görüntüye bakarak hayaller kurar. Yaşanmış ve bitmiş hayatlar üzerine sonsuz hayallerdir bunlar. Yaşanılan, düşünülen, anımsanan düşler…

“Olasılıklarla gelişigüzel oyalanıyoruz. Önünde sonunda bir oyun. Bu oyunun kuralları, akışı, nerede sona ereceği konusunda bilgimiz yok. Rahat koltuğumuza gömülmüş; oradan ilişkilere, iletişimlere, bir beklenmedik bir anda bastıran yalnızlığa bakınıyoruz,”[5] der ve görüntülerden birini seçerek olası hikâyesine başlar. Böylece Cem’le birlikte Bodrum’un renkli sokaklarında, zakkumlu bahçelerinde, kimsesiz otellerinde, sarhoş gazinolarında, bir rüyanın içinde gezinircesine adım adım dolaştırır okuyucuyu Selim İleri. Bir yandan da Cem’in sanrılarından ve anılarından sızan izleri takip ettirir.

Baş döndüren yinelemeler, şiirsel imgeler, düşsel anlatımlarla dolu sıra dışı, benzersiz, kimliksiz diliyle kuir edebiyatın başyapıtlarındandır Bir Denizin Eteklerinde.

Kuir yazarlar, edebiyatın sınırlarını esnetmekle kalmayıp okuyucuyu bilmediği ya da bilip yüzleşmeye cesaret edemediği ‘tehlikeli’ yollara, ‘tekinsiz’ bataklıklara sokarlar. Kıyıda köşede kalanların, görülmek tanınmak istenmeyenlerin, ötekilerin ve dışlanmışların, yersiz yurtsuz ve göçebelerin, ikili cinsiyet sistemine sığmayanların, kimliksiz ve cinsiyetsizlerin alanıdır Kuir. Ve bizler, kuir anlatıcılar olarak onların öykülerini yazıyor ve böylece edebiyatı kuirleştirmeyi şiar ediniyoruz.

Necla Akdeniz

Yazının bazı bölümleri daha önce Ecinniler dergisinin 21. sayısında (Mayıs-Haziran 2023) “Türkçe Edebiyatın Kuir Yazarları” başlıklı yazıda yer almıştır. 


[1] Queer Nation, ACT UP’tan HIV/AIDS aktivistleri tarafından Mart 1990’da New York’ta kurulmuş bir LGBTQ+ aktivist örgütüdür.

[2] Sevim Burak, Yanık Saraylar, İlk baskı: Türkiye Basımevi, 1965.

[3] Leyla Erbil, Gecede, İlk Baskı Adam Yayınları, 1968.

[4] Selim İleri, Yazmam Gerek, Eşik Cini, Ocak-Şubat 2006, 1. sayı, s.30.

[5] Selim İleri, Bir Denizin Eteklerinde, Altın Kitaplar, 1980, s.125.