Senem Dere’nin “Gül Hanım’ın Gidişi” adlı romanını tefrika ediyoruz. Romanın ilk bölümü yayında!

Senem Dere

Mayısın ortalarındaydık. Hava çok güzeldi. Ölüm haberi alınacak bir güne benzemiyordu. Yeni uyanmıştım. Radyoda daha önce duymadığım bir şarkı çalıyordu. Çayın demlenmesini bekliyordum. Şarkıyı sevmiştim ama sözlerini yakalamaya çalışırken bitiverdi. Ara müziğinden sonra dünyadan ilginç olayların anlatıldığı program başlamıştı.

“Günaydın sevgili dinleyiciler. Bugün programımıza, benzersiz bir frekansta söylediği şarkılar nedeniyle diğer balinalar tarafından fark edilemeyen ve bu nedenle dünyanın en yalnız balinası olarak adlandırılan 52 Hertz balinasının hikâyesiyle başlamak istiyoruz.

Dünyanın en yalnız balinası, ilk kez 1989 yılında, Amerikan donanması tarafından Sovyet denizaltılarını gözlemek ve takip etmek için kullanılan hidrofonların rastlantı sonucu sesini kaydetmesi sayesinde, Pasifik Okyanusu’nda keşfedilmiş. Bilim adamları okyanustaki diğer balinaların birbiriyle genelde 15-25 hertz düzeyindeki sesle iletişim kurduğunu söylüyorlar. Ancak 52 hertz düzeyindeki sesiyle şarkı söyleyen ve bu yüzden diğer balinalar tarafından anlaşılamayan talihsiz balina, sesini duyurabilmek için şarkı söylemekten yine de vazgeçmiyor. Çıkardığı ses frekansı sebebiyle kendisine 52 Hertz adı verilen balinanın bir melez olduğu düşünülüyor.

Evet, hüzünlü bir hikâye değil mi? Ama güne, sesimizi duyurabildiğimiz siz değerli dinleyicilerimizin varlığına teşekkürle başlamak istedik. Hem başka bir balinaya şarkısını duyurabilmek için devasa okyanusu baştan başa katetmekten vazgeçmeyen balinanın azmi, aramaktan vazgeçmemesi, sizlere de hayat her şeye rağmen güzel dedirtmiyor mu?”

İnsanın bütün canlıları kendisiyle özdeşleştirmek gibi bir hastalığı vardı. “Dedirtiyor mu?” diye düşünürken telefonun çalmasıyla yerimden sıçradım. Elimdeki çay üstüme döküldü. Annem arıyordu. Bu saatte araması hayra alamet değildi. Kalbim çarparak ahizeyi açtım ama sesi her zamanki gibi sakindi. Bu yüzden önce söylediklerine bir anlam veremedim. “Alo, kızım?… Şimdi bir şey diyeceğim. Baban vefat etti” dedi sesini temizleyerek. Ben duraklayınca “Alo, Zeynep, duyuyor musun?” diye telaşla sordu. Birkaç dakika sonra sesimi bulup “Nasıl?” diyebildim. “Dün gece, galiba uykusunda… Büyük ihtimal kalp diyorlar ama ben hiçbir şey duymadım. Ne bir ses ne bir hırıltı. Derin uykudayken demek ki. Artık kulaklarım da pek işitmiyor ya. İşte sabah kalktım, çayı koydum, ortalığı toparladım. Bilirsin, erkencidir. Kalkmayınca şüphelendim ama ne fayda. Vade dolmuş. Halbuki gece balkonda oturduk, meyve yedik. Bir şeyi yoktu. Olsa söylerdi, bir yeri ağrısa hemen şikayetlenirdi” diye her ayrıntıyı uzun uzun anlattı. Sonra yapmam gerekenleri sıraladı. Hemen bir bilet alıp kasabaya gitmem gerekiyordu. Ertesi gün öğle namazına yetiştirirdik. Amcamlara haber verir miydim? Yola çıkarken arar mıydım? O konuşmaya devam ederken merak etmemesini söyleyerek sözünü kestim, telefonu kapattım.

Yaşadığım şehir onlara yakındı ama evi ziyaretlerim senede on günü bulmazdı. Haftada iki, üç kere de telefonla görüşürdük. Hep aynı cümleler aramızda gidip gelmekten yorulurdu. Yine de onların kasabada her zamanki hayatlarını sürdürdüğünü bilmek bana iyi gelirdi. Babam telefonları hiç açmazdı ama annemle konuşurken dikkat kesilip dinlediğini bilirdim. Tam kapatmadan önce “Selam söyle” dediğini işitirdim. Son gittiğimde iyice yaşlandığını düşünmüştüm. Kırışıp küçülen gözlerinde kirpikleri tuhaf bir biçimde uzun ve gür duruyordu. Gözümün önüne babamın yüzü değil de kirpikleri geldi. Bütün o yaşanmamış hayata inat olsun diye belki, onların, babam çürürken canlı kalacağını, toprağın altından uzayıp gideceklerini hayal ettim. Babamın kirpikleri topraktan bir nehirde uzayıp giderken, 52 Hertz, lacivert okyanusu tonlarca ağırlığıyla yararak ilerliyordu. O geçerken, su yüzeyde köpürerek iki yana taşıyor, gökyüzü çalkalanıyor, deniz atları, mercanlar, renkli küçük balıklar onun yarattığı depremle savruluyorlardı. Sesi tespit edilmişti ama henüz onu gören olmamıştı. O anda onun tanrı olduğu kanısına vardım. Nedense tanrının okyanuslarda yüzüyor oluşu, onun göklerde oturmasından daha akla yatkın geldi. Çocukluğumdan beri gözümde bir türlü canlandıramadığım tanrının nihayet ete kemiğe bürünmesinden hoşnuttum. Ama o zaman dua ederken elleri göğe doğru değil denizlere, sulara doğru mu açmalıydık? Oturduğum sandalyeden kalkmam ve hazırlanmam gerekiyordu ama zihnime hücum eden saçma sapan düşüncelerden kendimi alamıyordum. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu.

Epey bir süre daha bulanık bir suyun içindeymişim gibi balinalar, tanrı, deniz atları, mercanlar ve babamın kirpikleriyle ilgili düşler kurarak oyalandım. Biraz sakinleşmiştim. Sonra geçmişteki bir sürü mesele yüzünden aramızın limoni olduğu amcamları aradım; tuhaf bir konuşma oldu. Normalde konuşmayı hep kısa kesen amcam, büyük oğluyla ve kayınvalidesiyle ilgili bir sürü şey anlattı. Hiç birisini tam anlayamadım. Birkaç firmayı aradıktan sonra ilk otobüse biletimi aldım. İş yerine haber verdim. Sonunda bir çantaya giyecek birkaç parça eşya koyup yola çıkabildim. Sanki benim dışımdaki her şey ağırlaşmış, durmuştu da sadece ben hareket ediyordum. Otobüs hiç ilerlemiyor, hep aynı ağaçların, derelerin, köprülerin, köylerin yanından geçip duruyordu. İçimi öyle garip bir sıkıntı kaplamıştı. Eve vardığımda babamı yatak odasında, demir başlıklı karyolada dümdüz yatarken buldum. Yatağın üstüne çocukluğumdan beri sevmediğim, öldüğünde dedemin tabutuna da eşlik eden saçaklı yeşil örtü serilmişti. Karnının üstüne büyük bir et bıçağı, yanına da bir kalıp sabun koymuşlardı. Çenesi bağlanmış olmasına rağmen ağzı hafifçe kaymış, dudakları aralanmıştı. Yatağın baş ucuna dizilmiş sandalyelerde babamın iki eski arkadaşı ve yıllardır yanında çalışan Ömer amca sessizce oturuyordu. Koridoru ve bitişik odayı dolduran komşu kadınların mırıltıları ve “Aminnn” diye iç geçirişleri, içeriye başını uzatıp geri çıkanların yaptığı gürültü sessizliği bozuyordu. Odadaki bütün camlar açıktı ve içeride, evdeki kasvete hiç yakışmayan tanıdık, güzel bir koku vardı. Pencerenin önündeki kenarı kırılmış su bardağına konulmuş iğde dallarını o zaman fark ettim. Minik sarı çiçekler açmıştı. Babamın sokaktaki iğdeler her açtığında koparıp eve getirdiği, suya koyduğu bu dallar, onun da bir şeyleri sevdiği, sevebileceği duygusunu uyandırırdı bende. Çocukluğum, ondaki bu sevme potansiyelini açığa çıkarabilecek ipuçlarının peşinde geçmişti. Çünkü bu ipuçları beni de sevdiği, sevebileceği ihtimalini barındırıyordu. Şimdi onun kıpırtısız yüzüne bakarken ilk defa onun beni sevip sevmediğini değil de benim onu gerçekten sevip sevmediğimi düşündüğümü fark ettim. Ama aklıma manava ayva gelir gelmez birini bana ayırması, bazen geceleri odamın kapısından beni gizli gizli izlemesi, bir fırsatını bulup yanağından öptüğümde hafifçe beliren gamzesi geldi. İğdeler gittikçe daha çok kokuyordu. Odadan çıktım. Komşu kadınların arkamdan “Baba tabii, zor, Allah sabır versin” dediklerini duydum.

Annem arkamdan yetişti. Geldiğimde beni karşılamış, iki eliyle yüzümü tutup öpmüştü. Birbirimize ne diyeceğimizi bilememiş, konuşamamıştık. Üzerinde kendi ördüğü hırkalardan biri vardı, çoraplarının biri bileğinde toplanmıştı. Bitkin görünüyordu. Sonra koluma girip beni babamın yanına götürmüştü. Ama şimdi halledilmesi gereken bir sürü iş vardı. Yine alışveriş listesindekileri sayar gibi yapılacakları sıraladı. Amcamların ne zaman geleceklerini sordu. Sadece amcamla en büyük torununun geleceğini, akşam burada olacaklarını söyledim. Annem “Dirisinde ne gördük ki ölüsünde ne göreceğiz” diye kendi kendine söylendi. Babam öldüğüne göre otel meselesinin yine açılacağından emindim. Bu mal mülk işleriyle uğraşacak olmak şimdiden canımı sıkıyordu. “Sırası mı anne, sonra konuşuruz bunları” dedim. Ama annem konuyu kapatacağa benzemiyordu. “Kızım tamam da onca adam içinde el kadar çocuğa mı kalmış cenazeye gelmek? Olacak iş mi yani?” dedi onay bekleyerek. Bir yandan hayretle yüzüme bakıyordu. O zaman amcamla konuştuklarımızdan hatırladıklarımı anlatma gereği duydum. “Samet’le Ayla’nın arası biraz açıkmış, Ayla tek başına memleketine, annesinin yanına gitmiş. Arda da bir süredir amcamlarda kalıyormuş. Gelmeyi kendi istemiş. Amcam da buraları görsün, bizleri tanısın, örf âdet öğrensin diye yanında getiriyormuş. Bir şey denmez ki anne. Hem ağbisi nihayetinde, gelene kapımız açık” dedim konuyu kapatmaya çalışarak. Ama annem beni duymuyor gibiydi. “Samet Samet diye göğe çıkarıyorlardı, ne oldu?” diye mırıldandı. Gözlerinde tuhaf bir ışık yanıp söndü. Amcamın evlendikten hemen sonra peş peşe üç oğlu olmuştu. Annemle babamınsa uzun süre çocukları olmamıştı. Ben, evlendiklerinden altı sene sonra doğmuştum. Altı sene sonra gelen kız çocuğu herkesi sevindirmiş gibi görünse de aslında dedemin yanlış çocuğuna yatırım yaptığının bir nişanesiydi. Annem, evlilikleri boyunca çektiklerinin yanında bir de bu pek gizlenme gereği duyulmayan hayal kırıklığıyla hırpalanmış, öfkesini, kırgınlığını acı bir bitki gibi içinde büyütmüştü. Bu bitki artık her fırsat bulduğunda zehrini akıtıyor, annem onu daha fazla içinde tutamıyor belki de tutmak istemiyordu. Babamın ölümünün annem için ne ifade ettiğini düşündüm. Ya artık bu acı bitkiyi içinden söküp atacak ve ömrünün sonunda bomboş kalmayı göze alacak ya da onu, kendisini de çürütmesine izin vererek içinde öldürecekti. Orada ona sarılmak, birlikte iyileşmek, bütün bu cenaze işleri bitene, herkes dağılana kadar öylece kalmak istedim. Onun yerine başımla onu kınadığımı belirten bir hareket yaptım. “Ne!” deyip sustu. O sırada tanıyamadığım çok yaşlı bir kadın, oturduğu yerden kalkmadan beni tutup boynumdan çekti, yanaklarımdan öptü. Annem diğer komşulara bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Bazıları yanıma gelip baş sağlığı dilediler. Bazılarıyla sadece selamlaştık. Evden çıkarken iki adam ellerinde karton kutularla pide ve ayran getiriyorlardı. Ben daha babamı sevip sevmediğimi bile bilmiyordum. Bunun farkına varmak afallatmıştı. İçeride herkes karnını doyurmanın telaşındayken boğazımdaki yumruyla apartmanın bahçesine dizilmiş taburelerden birine kendimi bıraktım. Bir sigara yaktım. Galiba anne ya da babanız öldüğünde onlarla vedalaşabilmek için onların kim olduğu hakkında bir karara varmanız gerekiyordu. Öyle ya, yarın, “rahmetliyi nasıl bilirdiniz” diye soracaklardı. “İyi bilirdik” diye bir ağızdan seslenecektik. Ama işte boğazımızdaki boğuntu da buradan geliyordu. Çünkü onların aslında kim olduğunu artık asla bilemeyecektik.

Senem Dere

Tefrikanın 2. bölümünü okumak için tıklayın.