Virginia Woolf’un bu yazısı, Joseph Conrad’ın ölümünden çok kısa bir süre sonra, Ağustos 1924’te Times Edebiyat Eki’nde (Times Literary Supplement) yayımlanmıştır.

Joseph Conrad

Aniden, düşüncelerimizi toparlayıp söyleyeceklerimizi hazırlamak için vakit vermeden bırakıp gitti bizi konuğumuz ve onun bu vedasız, merasimsiz geri çekilişi, uzun yıllar önce bu ülkeye –kalmak üzere– gizemli bir şekilde gelişiyle son derece tutarlı. Onda zaten hep bir gizem havası vardı. Bu biraz Polonya asıllı olmasından, biraz o unutulmaz dış görünüşünden, biraz da ülkenin derinliklerinde, dedikodudan uzak, ev sahibelerinin erişemeyeceği yerlerde yaşama tercihinden – bu sayede, ondan haber almak isteyenlerin, kim olduğu bilinmeyen bu sakinin inanılmaz bir görgüye ve dünyadaki en parlak gözlere sahip olduğunu, İngilizceyi de çok güçlü bir yabancı aksanıyla konuştuğunu bildiren, kapı zillerine basmayı alışkanlık haline getirmiş basit ziyaretçilerin sözüne inanmaktan başka çareleri kalmıyordu.

Yine de, ölülerin hafızamızı hızlandırıp keskinleştirmek gibi bir huyu olsa da, Conrad’ın dehasına şans eseri değil özde yaklaşmayı zor kılan bir şey var. Sonraki yıllarda İngiltere’de en yüksek itibara –bariz bir istisna hariç[1]– sahip kişi oydu, ama yine de herkesin sevdiği biri değildi. Yazdıklarıyla kimilerine tutkulu bir keyif verirken, kimilerinin soğuk ve donuk kalmasına sebep olurdu. Okurları arasında her yaştan ve anlayıştan insan vardı. Marryat, Scott, Henty ve Dickens’ın yolundan geçen on dört yaşında oğlanlar diğerleriyle birlikte onun eserlerini de yutardı; zaman içinde edebiyatı kalbine kadar tüketip tekrar tekrar kıymetli birkaç kırıntıyı evirip çeviren, çok zor beğenen görmüş geçirmişlerse Conrad’ı ihtimamla ziyafet sofralarına koymuştur. Zorluk ve anlaşmazlık yaratan şeylerden biri, elbette, insanoğlunun bunu genelde bulduğu yerdedir, Conrad’ın eserlerinin güzelliğinde. İnsan ona ait sayfaları çevirince, kuvvetle muhtemel, Helen’in[2] aynaya bakıp ne yaparsa yapsın kendisine hiçbir koşulda sıradan bir kadın gözüyle bakılamayacağını fark ettiğinde hissettiği gibi hisseder. Yani Conrad doğuştan yeteneklidir, yani o kendini eğitmiştir ve tipik olarak Sakson değil Latin niteliklerinin peşinden koşulan tuhaf bir dile karşı minnet borcu o kadar büyüktü ki kalemini kötü ya da manasız bir şekilde oynatması imkânsız görünür. Metresi, yani üslubu, biraz uyuklar gibidir, bazen de hareketsiz. Ama hele birinin onunla konuşmasına izin verin, işte o zaman nasıl da ihtişamla ulaşır bize, ne çok renk, zafer ve görkemle! Ancak Conrad yazması gerekenleri görünüşe verdiği bu bitmez tükenmez ilgi olmaksızın yazmış olsaydı saygınlık ya da beğeni kazanır mıydı, tartışılır. Yazdıkları tıkıyor, engelliyor ve dikkat dağıtıyor, diyor eleştirmenler ve bağlamlarından koparılıp İngiliz düzyazısının kesip atılmış diğer çiçekleriyle birlikte sergilenmelerinin alışkanlık haline geldiği o meşhur pasajlara işaret ediyor. Conrad’ın içine kapanık, katı ve abartılı olmasından ve yazar için kendi sesinin insanlığın ıstırap çeken sesinden daha kıymetli olduğundan şikayet ediyorlar. Bu tanıdık bir eleştiridir ve aksini ispata çalışmak da Figaro çalınırken sağır insanların yaptığı yorumları reddetmek kadar zordur. Orkestrayı görürler, uzaklardan bir yerden kederli bir gıcırtı duyarlar, sözleri yarıda kesilir ve doğal olarak, hayatın amaçlarının Mozart gıcırdatmaktansa elli kemancının yol üzerinde taş kırmasıyla daha iyi şekilde yerine getirilebileceği sonucuna varırlar. Güzelliğin öğretici olduğuna, güzelliğin insanı disipline ettiğine nasıl ikna edebiliriz ki onları, güzelliğin öğretileri onların tamamen sağır olduğu o sesinden ayrı tutulamazken? Ama Conrad’ı doğumgünü kitabı olarak değil, esas kitaplarınız içinde okuyun. Ketumluğu, gururu, uçsuz bucaksız ve amansız doğruluğuyla o son derece sert ve kasvetli müziğin içinde, kötü olmaktansa iyi olmanın, sadakatin nasıl daha iyi olduğunu, dürüstlük ve cesaretin güzelliğini duyamayan, sözcüklerin anlamı arasında kaybolacaktır. Gerçi görünüşte, Conrad’ın tek derdi bize denizde bir gecenin ne kadar güzel olduğunu göstermektir. Yine de o sözcüklerdeki cevherden bu tür imalar çıkarmak kötü niyettir. Minik çay tabaklarımızın dibinde dilin büyüsünden ve gizeminden yoksun halde kuruyup giden bu sözcükler bizi heyecanlandırıp dürtme gücünü, Conrad’ın düzyazılarının değişmez bir özelliği olan o zorlayıcı gücü kaybediyor.

Çünkü Conrad’ın erkek çocukları ve genç insanlar üzerinde etkisini koruyabilmesi, içinde var olan zorlayıcı bir şey, bir lider ve kaptan nitelikleri sayesindeydi. Nostromo yazılana kadar Conrad’ın karakterleri, gençlerin hemen algıladığı üzere, yaratıcılarının ince zekâsı ve dolaylı yöntemine rağmen, özünde basit ve kendini beğenmişti. Bu adamlar denizciydi, yalnızlığa ve sessizliğe alışık. Doğa’yla çatışma halinde, ama insanoğluyla barışık. Doğa onların rakibiydi; onuru, yüce gönüllülüğü, sadakati, bir erkeğe yakışan özellikleri açığa çıkaran oydu; korunaklı koylarda akıl sır ermez ve ağırbaşlı güzel kızları kadınlık mertebesine yükselten. Hepsinden öte, Kaptan Whalley ve ihtiyar Singleton gibi huysuz ve sınanmış, anlaşılmaz ama anlaşılmazlıklarının içinde olağanüstü olan karakterleri ortaya çıkaran Doğa’ydı. Bunlar Conrad için türümüzün seçimi, övmekten hiç yorulmadığı adamlardı:

Ne şüphe ne de umut nedir bilenler nasıl güçlüyse, onlar da öyle güçlüydü. Hep sabırsız ve dayanıklı, kavgacı ve fedakâr, asi ve vefalı olmuşlardı. İyi niyetli insanlar bu adamları can korkusuyla kendi işlerine bakıp ağızlarına attıkları her lokmada sızlanıyormuş gibi göstermeye çalışmıştı. Ama gerçekte bunlar sıkıntı, mahrumiyet, şiddet, dışlanmışlık nedir bilen adamlardı –ama korku nedir bilmezlerdi ve yüreklerinde kin tutmak gibi bir arzuları da yoktu. İdare etmesi zor, ama harekete geçirilmesi kolay adamlar; söz hakkı olmayan adamlar– ama kalplerinin içinde çetin kaderlerine yanan içli sesleri hor görecek kadar da erkek. O kader ki benzersiz ve tamamen onlara aitti; ona katlanma becerisi onlara seçilmişlerin ayrıcalığı gibi görünüyordu! Onların nesli kendini iyi ifade edemeden ve zaruri şekilde yaşadı, sevmenin hoşluğu ya da korunaklı bir yuva nedir bilmeden – ve hepsi daracık bir mezarın karanlık tehdidinden uzak şekilde öldü. Onlar, gizemli denizin ölümsüz çocuklarıydı.

İlk kitapların –Lord Jim, Tayfun, Narcissus’un Zencisi, Gençlik–karakterleri bu şekildeydi ve bu kitaplar, değişimlere ve moda olan şeylere rağmen elbette klasiklerimiz arasındaki yerini güvenceye aldı. Ancak kitaplar bu yüksek konuma, Marrytat’ın ya da Fenimore Cooper’ın anlattığı şekliyle basit macera anlatımının sahip olma iddiasında bile bulunamayacağı özellikler sayesinde erişmiştir. Ne de olsa şu açıktır ki, bu türden adamları ve kahramanlıkları romantik bir şekilde, içtenlikle ve bir sevgilinin coşkunluğuyla takdir edip övmek için, kişinin ikili bir görüş sahibi olması gerekir; kişi aynı anda hem içeride hem dışarıda olmalıdır. Sessizliklerini övebilmek için bir sese sahip olmak gerekir. Dayanıklılıklarını takdir edebilmek için aşırı yorgunluğa duyarlı olmak gerekir. Hem Whalley’ler ve Singleton’larla eşit şartlarda yaşayabilmek hem de onların şüpheyle bakan gözlerinden insanın onları anlamasını sağlayan o özellikleri saklamak gerekir. Conrad tek başına bu ikili hayatı yaşamayı başarmıştı, çünkü o iki adamın bileşimiydi; gemi kaptanının yanında bir de adını Marlow koyduğu o ince zekâlı, kibar, zor beğenen araştırmacı vardı. “Son derece sağduyulu, anlayışlı bir adam,” diye bahsediyordu Marlow’dan.

Marlow, emekliliğin mutlu ettiği doğuştan gözlemci olan adamlardandı. Thames Nehri’nin karanlık bir koyunda purosunu tüttürüp düşüncelere dalarak güvertede oturmaktan daha çok sevdiği bir şey yoktu; puro içip tahminlerde bulunarak, yaz gecesi bütünüyle tütün dumanıyla kaplanıncaya kadar dumanla güzel kelimelerden halkalar yaparak. Marlow birlikte denize açıldığı adamlara derinden saygı duyuyor ama onların gülünçlüklerini de görüyordu. Beceriksiz eski askerlerden başarıyla istifade eden bu tepesi atmış yaratıkları mükemmel bir şekilde meydana çıkarıp tarif ediyordu. İnsanoğlunun çarpıklığını sezebilme yeteneğine sahipti; espri anlayışı alaycıydı. Marlow tamamen kendi purolarının dumanı içinde yaşamıyordu. Gözlerini birdenbire açıp bakmak gibi bir huyu vardı –bir çöp yığınına, bir limana, bir dükkân tezgâhına– ve sonra puronun yanan ışık halkasında o şey, gizemli arka plan görüntüsü üzerinde parlayıverirdi. İç gözleme önem veren ve analitik bir zihne sahip olan Marlow, tuhaflığının farkındaydı. Dediğine göre bu yeti ona aniden geliyordu. Örneğin, bir Fransız subayının “Mon Dieu, zaman nasıl da geçiyor!” diye mırıldanmasına kazara kulak misafiri olabilirdi.

Hiçbir şey [diye yorum yapar] bu sözden daha basmakalıp olamazdı; ama sarf edilmesi benim için bir anlık bir görüntüyle kesişti. Hayata gözlerimiz yarı kapalı, sersemlemiş kulaklarla, faal olmayan düşüncelerle devam edebilmemiz olağanüstü… Buna rağmen, aramızda bu nadir uyanış anlarını – o tatlı uyuklama halimize geri dönmeden önce her şeyi ansızın fazlasıyla gördüğümüz, duyduğumuz, anladığımız o anları – hiç yaşamamış çok az kişi vardır. O konuşurken gözlerimi kaldırdım ve onu daha önce hiç görmemişim gibi gördüm.

Böylece o karanlık fona resim üzerine resim çizdi; her şeyden önce gemiler, demir atmış gemiler, fırtınaları aşıp giden gemiler, limanda bekleyen gemiler; gün batımları ve şafak vakitlerini resmetti; geceyi resmetti; denizi her yönüyle resmetti; Doğu limanlarının şatafatlı ihtişamlarını, ve erkeklerle kadınları, onların evlerini ve tavırlarını resmetti. O hiç yanlış yapmayan gözü kara bir gözlemciydi ve “kendine ait duygu ve sezişlere kesinlikle sadık kalma” eğitimi almıştı. Conrad bu duygu ve sezişlere ilişkin şöyle yazmıştı: “Bir yazar yaratımın en coşkun anlarında bunlara sıkı sıkı tutunmalıdır.” Ve Marlow bazen, son derece sessiz ve merhametli bir şekilde, bize gözlerimizin önündeki tüm o güzelliği ve görkemiyle arka planın karanlığını hatırlatan bir mezar yazıtının birkaç kelimesini ağzından kaçırıverir.

Böylelikle, kabaca bir ayrım yaparak diyebiliriz ki yorum yapan Marlow, yaratansa Conrad’dır. Bu da bizi, tehlikeli sularda yüzdüğümüzün farkında olarak, Conrad’ın Tayfun’daki son öyküyü bitirdiğinde gerçekleştiğini söylediği o değişimi açıklamaya götürür –“ilhamın tabiatında hemen fark edilmeyen bir değişim”– iki eski dostun ilişkisinde biraz değişiklik yapma yoluyla “…her nasılsa, dünyada üzerine yazılacak başka hiçbir şey yokmuş gibi göründü.” Bunu söyleyenin Conrad, yaratıcı Conrad olduğunu varsayalım; anlattığı hikâyelerle ilgili duyduğu hüzünlü memnuniyete dönüp bakarak Narcissus’un Zencisi’ndeki fırtınayı muhtemelen asla daha iyi yazamayacağını veya İngiliz denizcilerin niteliklerine Gençlik ve Lord Jim’de hâlihazırda yapmış olduğundan daha vefalı bir hürmet sunamayacağını hissederek. İşte o zaman Marlow, yani yorumcu, ona nasıl –tabiatın gereği olarak– insanın yaşlanmak, güvertede oturup purosunu tüttürmek ve deniz seyahatlerinden vazgeçmek zorunda olduğunu hatırlatır. Ancak, diye hatırlatır ona, o yorucu yıllar anıların tortusunu bırakmıştır; hatta belki, Kaptan Whalley ve onun kainatla ilişkisi üzerine son söz söylenmiş de olsa, kıyıda hâlâ ilişkilerine –gerçi bunlar daha şahsi ilişkilerdir– bakmaya değecek birtakım erkek ve kadınların olduğunu ima edecek kadar ileri gider. Daha da ileri gidip gemide bir Henry James kopyası olduğunu ve Marlow’un bu kitabı yatarken yanına alması için arkadaşına verdiğini varsayarsak, Conrad’ın bu üstadla ilgili yazdığı harika denemenin 1905 tarihli olduğu gerçeğinden destek almayı da umabiliriz.

Joseph Conrad 1916’da Ready adlı özel hizmet gemisinde. Gölge Hattı adlı romanını bu yolculuktan döndükten sonra yazmıştır. (Görsel Beinecke Nadir Kitap ve El Yazmaları Kütüphanesi, Yale Üniversitesi)

O halde, birkaç yıl boyunca Marlow baskın partnerdi. Nostromo, Şans, Altın Ok kimilerinin en zengin addedeceği o ittifak mertebesini temsil etmektedir. İnsan yüreği, diyeceklerdir, bir ormandan daha dallı budaklıdır; fırtınaları vardır; kendine has gece yaratıkları vardır; ve eğer siz romancı olarak insanoğlunu tüm ilişkileri içinde sınama arzusundaysanız, buna uygun rakip yine insandır; onun çetin sınavı toplum içindedir, yalnızlıkta değil. Onlar için, o parlak gözlerin ışığının yalnızca akıp giden sulara değil tüm tereddütleriyle var olan kalbe de düştüğü bu kitapların her zaman tuhaf bir çekiciliği olacak. Ancak şu kabul edilmeli ki, eğer Marlow bu şekilde Conrad’a bakış açısını değiştirmesini tavsiye ettiyse, bu cüretkar bir tavsiye olmuş. Ne de olsa bir romancının görüşü hem karmaşık hem de özeldir; karmaşıktır çünkü karakterlerinin arkasında ve onlardan bağımsız şekilde yazarın onlarla bağlantı kurabildiği istikrarlı bir şey olmalıdır; özeldir çünkü yazar bir hassasiyete sahip tek başına bir birey olduğu için, hayatın sağlam şekilde inandığı yönleri son derece sınırlıdır. Bu kadar kırılgan bir denge kolaylıkla bozulabilir. Orta dönem sonrasında Conrad yarattığı kişilerin geçmiş deneyimleriyle mükemmel bir bağ kurmalarını asla tekrar sağlayamadı. Sonradan çizdiği, çok daha kültürlü ve gelişmiş olan karakterlerine asla ilk yazdığı denizcileri kadar inanmadı. Onların romancıların şu görünmez diğer dünyasıyla, değerler ve inançlar dünyasıyla, ilişkisini tanımlaması gerektiğinde, o değerlerin ne olduğundan öncekine göre çok daha az emindi. Sonra, tekrar tekrar, bir fırtınanın ardından gelen tek bir ifade –“dümeni dikkatle kullandı”– içinde koca bir ahlak söylemini barındırır oldu. Ancak bu daha kalabalık ve karmaşık dünyada böylesine kısa ve özlü sözler gitgide daha az uygun düşer hale geldi. Pek çok ilgi alanına ve ilişkiye sahip karmaşık adam ve kadınlar böylesine özet geçilmiş bir yargıya razı gelmeyecekti; ya da gelseler bile, onlarda önemli olan çok şey verilecek hükümden kaçıp kurtulacaktı. Ama yine de Conrad’ın zengin ve hayalperest dehası için, yaratımlarının denenebileceği bazı kurallar olması son derece elzemdi. Özünde – itikatı bu şekilde kaldı – medeni ve özbilince sahip insanlardan meydana gelen bu dünyanın temelleri “çok basit birkaç fikre” dayanıyordu; ama düşünceler ve şahsi ilişkiler dünyasında bunları nerede bulmamız icap ediyor? Misafir odalarında gemi direkleri yok; tayfun da politikacıların ve iş adamlarının değerini sınamıyor. Conrad’ın bu tür destekler arayıp da bulamayan geç dönem dünyasında istemsiz bir bilinmezlik vardır, bir sonuçsuzluk, neredeyse insanı şaşkına çevirip bitap düşüren bir hayal kırıklığı. Bu kasvetli yerde tek aradığımız eski asaletler ve seslerdir: sadakat, merhamet, şeref, hizmet – her zaman güzel, ama artık biraz yılgınlık içinde tekrarlanan, zaman değişmişçesine. Belki de kabahat Marlow’daydı. Onun ruh hali yerleşik ve anlamsızdı. Güvertede fazla uzun oturmuştu; kendi kendine konuşma konusunda olağanüstüydü ama karşılıklı muhabbetlerde daha beceriksiz; ve o bir parlayıp bir yok olan “görüş anları”, hayatın dalgalanmalarını ve uzun, ağır ağır geçen yıllarını aydınlatma konusunda sabit bir lambanın ışığı kadar iyi iş görmüyor. Hepsinin ötesinde, Conrad eğer yaratacaksa buna önce inanması gerektiğinin nasıl önemli olduğunu göz önünde bulundurmamıştı belki.

Bu yüzdendir ki, son dönem kitaplarını istediğimiz kadar keşfe çıkıp o yolculuklardan muhteşem ganimetlerle dönelim, bunların çok büyük kısmına çoğumuz hiç ayak basmayacak. Tamamını okuyacağımız kitaplar, ilk yıllarda yazılanlar –Gençlik, Lord Jim, Tayfun, Narcissus’un Zencisi– olacaktır. Çünkü Conrad’dan geriye ne kalacağı ve onu romancılar arasında nereye koymamız gerektiği sorulduğunda, bu kitaplar, bize bir süredir saklı kalmış ama şimdi açığa çıkan çok eski ve kesinlikle doğru bir şeyi söyledikleri o halleriyle, aklımıza gelecek ve bu türden soru ve karşılaştırmaları biraz beyhude kılacaklar. Eksiksiz ve dingin, son derece saf ve son derece güzel halleriyle bu kitaplar hafızamızda, aynı şu sıcak yaz gecelerinde yıldızların –önce ilk yıldız, sonra bir tane daha– yavaş yavaş ve görkemli bir şekilde belirmeleri gibi ortaya çıkacak.

Virginia Woolf

Çeviren: Elif Derviş


[1] Bazı kaynaklar Woolf’un burada Thomas Hardy’den bahsettiğini söylemektedir. (ç.n.)

[2] Woolf burada Conrad’ın tarzını Truvalı Helen’e benzetiyor. (ç.n.)