Cabir Özyıldız

Her birinizi tek tek evermeden hayatta düğün etmem diyordu ya, Orhan abim arayıp ablama yarın öğlen düğün edeceğiz, çık gel deyince şaşırdım. Sesi Çukurova’nın sıcağı gibiydi, sarı, kavruk ve yorgun. Bütün ovalılar gibi kızgın ve isyankâr. Alışkındım. Ses etmedim.

Haber içimi burdu ya, yapacak bir şey yoktu. En küçük gardaşsız düğün mü edilirdi? Gidecektim.

Ankara’daydım. Akşamdı. Şehir, caddeleri şıkır şıkır aydınlanmış olsa da hâlâ resmi elbisesini soyunmamıştı. Yurda uğramadan otogarın yolunu tuttum. Gecenin bir saati paldır küldür yollara düştüm düşmesine ama bir yandan da düşünüyorum, nereden çıktı şimdi bu düğün. Allah var, seviniyorum da bir yandan. Ablam gün yüzü görecek. Şayet enişte bey işli güçlüyse, az da olsa rahata erecek.

Bu yaşa gelesiye kadar az mı çekti benim yorgun gözlerinde hep bir çiğ tanesi titreşen ablam. İlk beşi bitirdikten sonra girdi o tekstil atölyesine, üç kuruş paraya ömrünü ütü masalarına bitiştirdi. Sırtına görünmez kamburlar ekleye ekleye büyüdü. Büyürken bizi de büyüttü, kamburunu da. İşlerden geldi, sofralar kurdu, bulaşık yıkadı. Anama kol oldu, bize kanat. Hiçbir zaman zorsunmadı, yüksünmedi, erinmedi.

Uzunca boyunu kısaltan kamburu, bitkinliğini gizlemeye özen gösterdiği bakışı gözümün önünde. Hırpalanmış çocukluğu, yok saydığı gençliği, unuttuğu kadınlığıyla. Bizim için annemden çok çırpınan, dövünen, ömrünü ütü başında buharlaştıran ablam. Kardeşleri bir şey olsun, iyi yerlere varsın diye didindi, yoksulluğun sırtımıza yapışmış gölgesini görmezden geldi. Umut etti. Etmekle kalmadı, bizi de inandırdı o fakir ekmeğine. Yıkadı, giydirdi, yedirdi, üçümüzü de bu yaşlara getirdi. Babasızlığı da annemin yorgun işlerden gelişini de bize sezdirmemek için çabaladı.

Biz üç erkek tek kanatsak ablam bir başına annemin diğer kanadıydı. Şimdi o kanatlar teke düşecek. Çünkü ablam evden gidecek.

Ablam sözcük eksiltendi, kuş lokması kadar konuşurdu. Çoğu vakit babam gibi susardı, göz rengini koyultana dek. Kim ne sorsa kirpiğinin rüzgârıyla yanıtlardı soruyu. Pek gülmezdi. Yalnızca bizi severken, kollarken, saçımızı eliyle tararken dudak kenarları iyilikle kıvrılırdı. İşte o zaman duru, çiçek, ırmak yeşili hareler çokuşurdu gözbebeklerine. Kalbimize her daim şen ötüşlü kuşlar kondururdu.

Koynunda portakal çiçeklerinin kokusunu taşırdı. Beni göğsüne her yasladığında en içime çekerdim o kokuyu. Başımız her ağrıdığında ablama koşardık. Alnımızı, şakaklarımızı ovardı. İnce uzun parmaklarıyla şifa bulaştırırdı ağrımıza. Anında sağalırdık. Ya da bize öyle gelirdi.

Babam öldüğünde kirpiklerini dökmesinden başka tek bir damla gözyaşı akıtmayan ablam abilerimi askere, beni üniversiteye yollarken iplik iplik ağladı. Üçümüzü de kara gözlerimizden öptü. Yol bekledi, kaygılandı, para eriştirdi. Giymedi, gezmedi, bir günden bir güne sinemaya, kuaföre gitmedi. Yorgun kalbini önemsemedi. Sonunda ola ola anamın gençliği oluverdi. Cefakâr, yorgun ve hami.

Yolu yarılamışken aklıma geldi, nasıl olmuştu bu iş. Nasıl he demişti ablam. Ki, ona kim bakabilirdi abilerimin korkusundan. İkisi de feleğin çemberini bükmüş kıyıcılarken. Hem baksalar ne, ablam kendine haram etmişti aşkı, sevgiyi, evliliği. Önce gardaşlarım diyordu, evvela onlar, en son ben. Abla da olsa insan işte. Bir yerde dama diyor demek. Akıp giden otobüsün camına hayıfla karışık bir gülümseme saldım. İçimden de hayırlısı dedim, hayırlısı.

Beni karşılamaya çocukluk arkadaşımı yollamış abim. Önümde ellerini kucağında kavuşturmuş, başını yerlere dek eğmiş Batmanlı Abdüsselam. Kederli sessizliği, acıyı bölüşmeyi bilen bakışı ve içli türküleri sesleyen gözleriyle kucakladı beni. Şen şakraklığıyla bilirdim onu. Ne oldu dedim, neden seni yolladı abimler? Boynunu soluna yatırıp dudaklarına mührü bastı.

***

Sokakta ve ev içinde uğultulu bir hay huy. Takım elbise ve gömlek ablamın yatağı üzerinde. Gömleğin ütüsünü annem yapmış. Giyinip çıktım. Sokak kapısının önünde bozkırda bir başına kalmış çifte kavak gibi dikilmiş abilerimin yanında üçüncü ağaç olarak yerimi aldım.

Üç benzemez kardeş yan yanayız şimdi. Üçümüzün de üstünde jilet gibi siyah takımlar. Gömlekler takımla aynı renk. Ablam görse, ne lan o gömlek, karasınız zaten, boğmuşunuz kendinizi, beyaz yakışır siz gibi karaşın gardaşlara derdi. Ayakkabıları önemsememişiz. Boyasız, tozlu, ökçeleri erimiş. Ona da kızardı. Bez koştururdu hemencecik.

Abimlere kaç kez sormaya yeltendim. Kıvrandım. Soruyu dilimde nasıl biçimlendireceğimi bilemedim. Bir seferinde soru sıfatını taşıyan bir fısıltı da çıktı dudaklarımdan, ikisi de kılıç kadar keskin bir sessizlikle baktılar bana. Sustum.

Annem birlik komutanı gibi önümüzde gidip gidip geliyor. Simsiyah giyimli askerlerini denetliyor sanki. Babam öldüğünden beri çıkarmadığı kara şalvarı bacağında. Ama üstüne zeytuni gömlek giymiş, tiril tiril. Saçını da kınalamış. Üç mahzun kavağa bakmıyor. Dudakları kıpırdıyor sadece. Neden sonra bizden yana dönüp, davulcuya haber saldınız mı diye soruyor. Çifte olacaktı ha, unutmayasınız. Bakışlarında delimsirek kıvılcımlar çakıyor.

Sefer abim yorgun gözleriyle yanıtlıyor, tamam o iş diyor.

Dünyanın bütün acısını gözlerinin gök mavisine biriktirmiş. Cılız omuzlarında kederli de olsa bir mağrurluk. Bugün düğün yapacak kızına. Zehra ablama.

Sokak hınca hınç dolu. Alnımızda gençliğini erken yitirmişlerin çizgileriyle hoş geldiniz diyoruz kalabalığa, sefalar getirdiniz. Gelin buyurun, boylu da poslu ablamızın düğünü var bugün.

İç avluda hazırlıyorlar şimdi ablamı. Biri gelinliği koşturuyor. Diğeri tarak eriştiriyor. Öteki kınayı karıyor. Düğüne gelenler rüzgâra yakalanmış buğday başakları gibi salınıyor. Kimler yok ki düğünümüzde. Ablamın atölyeden arkadaşları, ustaları, çırakları eksiksiz, tam tekmil buradalar. Orhan abimin yedi mahalle artığı bıçkın omuzdaşları. Sefer abimin sanayide selam alıp verdiği herkes. Komşular; Kürtler, Avşarlar, Yörükler, Mardin Arapları, Fellahlar. Ve benim, mahalleden çocuklukları bir kış güneşi misali hemencecik geçmiş gitmiş arkadaşlarım.

Üçümüz de boynumuzu söğüt dalları gibi eğmişiz. Boyumuz kısalmış, eksilmişiz. Ablamız giderken bir kez daha yetim kalacağımızın ayırdındayız. Durmadan feleğe, şansa, kaderin bize ettiğine sövüyoruz. İçimizden. Sonra annemin ters bakışıyla göz göze geliyoruz. Cenaze evi mi burası gibisinden bakıyor bize. Boynumuzu dikleştirip göğsümüzü öne veriyoruz.

Urfalı Saime abla sesleniyor. Ablamın tekstilden arkadaşı. Sırayla giriyoruz. Büyükten küçüğe. Kuşaklarını bağlıyoruz ablamın. Kırmızı, yeşil, gülkurusu. Sonra üçümüz de tek tek alnından öpüyoruz. Ne güzelsin be abla deyip saygılı çekiliyoruz geldiğimiz yere.

Annem nereden bulmuş bu avucunun içinden su gibi akan beyaz ipek mendili. Diğer elindeki tülbent siyah üstüne kırmızı boncuk işli. Göğsündeki keder yelini savuracak defne dalı gibi tutuyor tülbendi. Sabırsız. Bir an önce kızı kapıdan çıksın istiyor. Çıksın da davulcuları seslesin, hangi havayı çalacaklarını söylesin. Kollarını kartal kanadı kadar açsın, parmaklarını şıklatsın.

Davulculara baktım, kahır karası bir sıkıntı kaplamış yüzlerini. Boncuk boncuk terliyorlar. İnce uzun olanı sigaraları uç uca ekliyor. Diğeri tütünden sararmış bıyıklarını kemiriyor. Huzursuzlar. Bahşişi olmayacak bir düğüne geldiklerindendir. Mutlaka öyledir.

Ablam kapıdan çıkarken eller üstünde. Bembeyaz gelinliğinin beli bükük. Saime abla zılgıtların en uzununu ve en keskinini diline yüklenip sessizliği param pinçik etti. Abilerimi bilmem ama o zılgıt benim ciğerime derin, verevine bir kesik açtı. Ablamın kalbimde büyüttüğü bütün o şen kuşlar sustu. Kuşların susmasıyla birlik, ömrümü öğütecek uzun, kuzgun karası cümlelerin kapısı açıldı.

Ablamın avludan çıkışıyla annem başını daha da dikeltti, dövülmekten kızarmış göğsü öne çıktı. Ardından kollarını açtı, biz üç kardeş de ona uyduk. Davulculara döndü, çalın dedi, çalın, boylu da posluma çalın, muratsız giden kızıma, Zehra’ma çalın! Adana çiftetellisi olsun.

Cabir Özyıldız