Havaalanında valiz konusunda yaptığımız yanlışlığı düzeltmek için canhıraş çaba sarf eden ve mesaisi bittiği halde bizi oraya buraya koşturtup işlemimizi halleden EasyJet görevlisi kadını saymazsak, aksiliklerin birbirini takip ettiği bir uçuştu. Makul bir saatte yola çıktığımız halde Luton yolunda, St. Albans’a varmadan, ovanın düpedüz ortasında birdenbire stop edip, ne zaman yola devam edeceğimizi bilmediğimiz, yarım saat hiç kımıldamadıktan sonra binbir özürle ve ağır aksak hareket eden trenle başlayıp, uçak havalanmadan on beş dakika önce fark ettiğimiz bilgisayarımızı kaybetmeye varan bir terslikler zinciriydi yani.

Üstümüze çöken kasvet biraz dağılsın diye, zaten okuyacağım Burhan Sönmez’in son romanı Franz K. Âşıkları’nı işte tüm bu olumsuzlukları unutturup bana keyifli bir saat geçirten, ‘yüzümü güldüren’ bir roman olarak bitirdim. Belli ki, en az 48 dile (yoksa 52 miydi?) çevrilen önceki eserleriyle romancılığı oturmuş yazar, hınzırca bir kurguyla metnini bir nevi edebi akışa dönüştürmüş, edebiyat tarihinin bir kesitine şöyle bir bakmamızı sağlamıştı.

‘Oyuncul roman’ deyişini ilk olarak kendi çevirdiğim Terry Eagleton’ın Âzizler ve Alimler romanıyla bilmiş ve idrak etmiştim. Eagleton bu romanının daha başlarında, İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesinin önderlerinden, asi James Connoly’yi kurşuna dizen mermileri havada durdurup kurgusunun işaret fişeğini yakmıştı ve sonraki sayfalarda filozof Ludwig Wittengstein, dilbilimci Nikolay Bahtin ve yine filozof, tarihçi, matematikçi Bertrand Russell’ı bir ayaklanma ateşi etrafına toplayıp, yanlarına bir de James Joyce’un Ulysses’inin satır aralarından fırlayan Leopold Bloom’u katarak nefis bir edebi şölene davet etmişti biz okurlarını.

Hani, denir ya, son noktayı koyduğu ândan itibaren ‘metin/eser’ yazardan çıkar, okura ve dolayısıyla kamuya mal olur. Metin, yazanın kimliğinden, karakterinden, iyi ve kötü yanlarından sıyrılıp kendi başına bir gerçeklik kazanır. Aynı ‘gerilim’i bu romanda ‘yazarın yazdıkları’ ile (romanda geçen ifadeyle) ‘yazarın irade beyanı’ arasındaki didişmede gözlüyoruz. Max Brod’un yakın arkadaşı Kafka’nın “yak hepsini!” diye kendisine emanet ettiği eserlerini yok etmek bir yana, dünya klasiklerinin köşe taşı haline getiren ‘tasarrufu’ ve benzer bir şekilde (biraz da) Dante’nin Komedya’sının, İtalyan yazar Boccacio’nun eklemesiyle İlahi Komedya’ya çevrilişi etrafında örülen, çift akışlı bir romandı karşımızdaki. (Burhan Sönmez biraz daha beklese, belki bunlara Gabriel Garcia Marquez’in ölümünden sonra, oğullarının kararıyla şimdilerde yayınlanan Ağustos’ta Görüşürüz’ü ekleyebilirdi. Hatta kitaptaki bu isimler potasına, romanın baş kişisi Ferdy Kaplan’ın Max Brod yerine öldürdüğü farz edilen Ernest Fischer’in, Sönmez’in de işaret ettiği gibi Almanya’da ‘Ernst’ diye yazılışıyla, gençliğimizden bildiğimiz Sanatın Gerekliliği’nin yazarı Ernst Fischer’i imlediğini şahsen ben ekleyebilirim.)

Berlin’de işlediği cinayetle yargılanan ve tutuklu halinden pek dertlenmediği anlaşılan, paralel bir kurguyla da İstanbul’daki çocukluk aşkı Amalya’yla romantik hikâyesi anlatılan Ferdy Kaplan’ın tüm o sorgulamalar ve dertleşmelerinde esas duruşu ‘bakışınızı değiştirin’ mottosudur: “Yanlış yere bakıyorsunuz!” Gerek kendisini sorgulayan polisler ile onu mahkemede yargılayan savcı ve yargıç, gerekse metni ilgiyle takip eden okur ‘bakış açılarını değiştirirlerse’ gündelik ‘adi hayatlarımız’a esaslı bir çalım atıp edebiyat tarihinin akışındaki belli başlı kıvrımlara da başka bir gözle bakabileceklerdir sanki.

Burhan Sönmez

‘Gerçeğe sadakat’ nedir? Elimizdeki polisiye formundaki anlatının leitmotifi budur. Ferdy Kaplan (ve kendi sadakat/bedel sarmalına sonradan kattığı aşkı, kısa saçlı Amalya) Kafka’nın ‘niyet beyanı’ diye tutundukları nirengi noktasından gerçeği sahiplendiklerini iddia ederlerken, yazar da ‘tek bir’ gerçeğin başka tezahürleri üzerinde bir ritme kaptırır kendisini. Öyle ya, “Kafka diye önemli biri varsa, yazdıkları sayesinde” değil midir? Yazdıklarınıysa bize Max Brod ulaştırmıştır, ama “bugün Kafka diye biri varsa, Max Brod sayesinde değil, ona rağmen vardır”. Burhan Sönmez’in yorumuysa (Ferdy Kaplan’ın ağzından) kanaatimce şöyledir: “Brod onun eserleriyle ne kadar oynarsa oynasın, Kafka’nın kalemini, büyüsünü bozamadı.”

Buyrun, bu bulmaca yumağının içinden gerçeği ve ihaneti ayıklayın. Yazar metnini yazarken mi sahicidir, zihninin içinde tamamladığından emin olmadığı metnini yayınlayıp yayınlamamayı tarttığı ânlarda / haftalarda / yıllarda mı, yoksa ‘tamam artık, son noktayı koydum’ demesinin ardından kendisinden ‘yabancılaşan’ eseri basılı sayfalar üzerinde neşredildiği aşamada mı? Peki, en büyükleri dahil olmak üzere hangi romancı, eserini yayınevine teslim ettiği ândan itibaren “şu cümle böyle mi olsaydı, bu bölümü eklemese miydim yahut çıkarsa mıydım, o karakteri yeterince işleyemedim mi” türü mülahazalarla kurdeşen dökmemiş, yayınlanma sonrası lehte eleştiriler çok olsa dahi tatminsizlik içinde debelenmemiştir?

Biz naçiz okurların eline aldığı o kitaptaki kelimeleri art arda dizen mahlûkun içindeki gelgitlerin bir nebze dahi farkında olup olmaması ‘edebiyat tarihi’nin umurunda mıdır? Edebiyat tarihi neyi baz alacaktır? Burhan Sönmez, romanında (ve belki kendi kafasında zevkle) Max Brod’u öldürmüş olsa dahi Prag’daki Kafka Müzesi’nin dehlizleri arasında gezinmeye, belki üşenmeyip Prag merkezinin daha yukarısında bulunan Yeni Yahudi Mezarlığı’nda, İkinci Dünya Savaşı’nın Yahudi kurbanlarının ortasında, üstelik bir de (herhalde gittiği yerde de rahat etmesin diye!) hazzetmediği, ona göndermediği mektuplar karaladığı babasıyla aynı mezara konan Kafka’nın kâbrini görmeye can atan turist kalabalığını engelleyebilecek midir?

Tam da bu yüzden, Ferdy Kaplan’ın romanda komiserle eşine dilediği “sanatın güzelliği ve insanın iyiliği için” temennisiyle, Kafka’dan Max Brod’un mezarına ulaşan farazi kartpostaldaki “Seni seviyorum Max” notu bize; yazarın satırlarının arasına illa ki Jean Seberg’i ekleme arzusuyla birleştiğinde, ömrünün bir uğrağında ‘kendisi olmaktan sıkılıp’ Emile Ajar’a dönüşen Romain Gary’nin, kendisinden 24 yaş küçük aşkı, keza Carlos Fuentes’e ‘yalnız avlanan tanrıça’ adıyla kitap yazdırıp aklını başından alan Jean Seberg’in intiharından bir yıl sonra kafasına kurşun sıkarak bu defa kendisi intihar ettiğinde, geriye bıraktığı “Çok eğlendim ve sonunda kendimi ifade edebildim!” mektubunu hatırlatacaktır haliyle.

Milan Kundera Ölümsüzlük romanının ilk sayfalarında Agnes’e kolunu kaldırtıp öylesine, önemsiz bir el hareketi yaptırır ve daha sonra bu hareketi, “Çok insan, az hareket” diye bir ‘hayat tarifi’ne dönüştürür. Edebiyat da nedir ki zaten? Edebiyat dediğimiz, bir nesilde yaşayan milyarlarca insanın içinden ‘yazarlığa’ soyunananların, zilyon tane insan hayatını bilemediniz üç yüz-beş yüz bildik / sıradan / adi hareketle sürdürüşünü türlü betimlemelere sokup paketleyerek, okurluğa yeltenenlere ‘hadi okuyun bakalım, ne olacaksa!’ diye seslenmesinden başka ne olabilir ki?

Osman Akınhay