İlk kitabın heyecanı ayrıdır. Kâğıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar tıpkı sonrakiler gibi kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın? Yazarlık bize özgü hatalarımızla, acemiliğimizle birlikte bir uzun yolda yürümek değil mi zaten? 

İlk öykü kitapları yayımlanmış yazarlarla 2015 yılından beri “İlk Göz Ağrısı” söyleşileri yapıyor, ilk kitaplarının heyecanını paylaşıyoruz. Seda Nida Demir, 164. konuğumuz. 

Seda Nida Demir

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti? 

Kendime ve dünyaya olan ilk idraklerim filizlenmeye başladı başlayalı, devamlı okuyan ve yazan biri oldum, bu durum çok küçük yaşlarda babamın yönlendirmesi ve teşvikiyle başladı. Okumaya olan tutkum herkesçe bilinen bir şeydi fakat yazmayı seviyor oluşum, kendimi gizleyen ve çekingen bir yapım olması sebebiyle, çok uzun yıllar bir giz olarak hayatımda idame ettirdiğim bir uğraşı oldu. Yazmak, içinde özgürce nefes alabildiğim ve çok şeffaf olabildiğim tek alandı; kendime ait bir dünya oluşturmak ve o dünyada, zamanla kendi zevklerime göre döşediğim bir ev ve bahçe inşa edip, orada dinlenip nefes alabildiğim bir alan. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı gelir aklıma hep ne zaman bu benzetmeyi yapsam, ama gerçekten de insanın böyle bir uğraşısı bir sevdası varsa, kendiliğinden inşa ediyor o alanı ve orada yaşıyor diğer bir parçası. Kendimi en iyi şekilde ifade edebildiğim tek yol, her zaman yazmak oldu. Ortaokul yıllarımda edebiyat derslerinde kompozisyon yazma saatleri olurdu ve hevesle, bitmemesini umarak geçirdiğim ender ders saatleriydi. Edebiyat hocamın kalemimi beğenmesi ve o günden sonra benimle daha özel bir ilgiyle ve zaman ayırarak bir usta gibi bu naçizane yeteneğimi parlatmaya çalışması ve yazılarımı okul gazetesinde yayınlamasıyla, aslında yazma uğraşımın kendimce bir resmiyet kazanması ve “Evet, sanırım bu işte fena değilim,” şeklinde bir düşüncenin zeminini hazırladı. Akabinde, üniversite yıllarımda bir fanzin dergide bir süre öykü yazarlığı yaptım fakat yine duyurmadığım ve bu sebeple çok az insanın haberi olduğu bir süreçti. Bir gün bir kitabım olacağı hayali, zamanla bir hedefe dönüştü ve ilk öykü kitabımı da bu şekilde kaleme aldım. 2021 yılında kitabımı bitirip 2022’nin ilk ve taze ayı olan ocakta yayımlanana kadar yine sevgili eşim hariç hiç kimse ne yazdığımı ne de bir kitabımın olacağını biliyordu. Devamlı yazan fakat bunu rahatça insanlarla paylaşmaya çekinen biri için “Ben bir kitap yazdım, yakında hepiniz okuyabileceksiniz,” demek çok zordu. Etrafımdaki hiç kimse de süreci bilmediği için tabii herkes için büyük bir şaşkınlık ve şok oldu. Fakat nihayetinde o utangaçlığı üzerimden atıp kendimi gerçekleştirmiş olmak, çok tatmin edici ve güzel bir deneyim oldu.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız? 

Aslında zaman zaman şiir de yazıyorum. Edebiyat mecralarında yayınlanan, çeşitli seçki kitaplarında yer alan ve henüz kimsenin bilmediği çok fazla şiir çalışmam var fakat asla bir “şair” olmamakla birlikte, böyle bir misyonum da yok. Şiir yazmak benim için yalnızca tatlı bir uğraşı olarak devam edecek. Fakat öykü, kendimi bulduğum ve tamamlanmış hissettiğim asıl alan. Yıllardır yazıyor olduğum, kendimi geliştirmeye ve muvaffak olmaya çalıştığım bir tür. Öykü yazarı olmak; dünya görüşümü, tecrübelerimi ve gözlemlerimi kendi perspektifimden yansıttığım ve bunu olabilecek en özgün şekilde yapmaya çalıştığım, çok sevdiğim ve ömrüm yettiğince idame ettirmek istediğim çok zengin bir alan. Öyküde yoğunlaştım çünkü gerek okuyucudan gelen geri bildirimler gerekse daha rahat hissettiğim ve edebi tatmine ulaşabildiğim, kendi kelimelerim ve duygularımla kendi hayal dünyamı ifade etmeyi sevdiğim dünya, kesinlikle öykü yazarlığı oldu. Öykü yazmak, “Buradayım ve söyleyecek bir şeylerim var,” demenin en özgürleştirici yolu benim için. “O an” geldiğinde anlıyorsunuz; kendini direten ve nizami bir kelime bütünlüğüyle kendini doğurmaya çalışan bir şeyler var ve içeriden çıkmadan asla rahat edemeyecek. İşte onu kaleme alarak nihayete erdirmenin, karanlıktan gün ışığına çıkarmanın en uygun biçimi, benim için öykü yazmak oldu. İçimde zamansız beliren ve kendini dışarı atmadan rahat edemeyen bir sesin tezahürü bu.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz? 

İlk kitap süreci gerçekten biraz da şans işi; kiminin çok rahat ve sancısız geçerken kimi içinse çok zorlayıcı ve talihsiz olabiliyor. Ben, sanırım bu iki ihtimal arasında kalmış hissediyorum hâlâ. Doğru bağlantılar kurup temkinli ilerlemek bu işin olmazsa olmazı; bense çok genç ve işin mutfağını teferruatıyla bilmeyen bir yazar adayıydım. Her şeye rağmen tabii ki acısıyla, tatlısıyla çok öğretici ve güzel bir deneyim. Bir hayali gerçekleştirmek ve o hayali fiziki olarak elinizde tutabilmek çok mutluluk verici. Kitabımı noktaladığım yirmili yaşlarımın ortalarında, tecrübesiz, rehbersiz ve çok acemiydim. Hiç kimseye ve hiçbir editöre “Ben bir kitap yazdım, inceleyip yol gösterir misiniz?” demedim. Zaten yayıncılık zor bir alan ve kimsenin de böyle bir iş için zaman ayırmaya vakti yok. Dosyanızı değerlendiren hiçbir editör ve yayınevi size hiçbir zaman “Burası böyle olsun, şu kısımlar olmamış düzeltip yeniden gönder,” demeyecek. Yayıncılığın içinde olduğu zorlu koşulları az çok biliyordum, bu konuyla alakalı araştırma yapıyor ve bilgi toplamaya çalışıyordum. Dosyam, ilk olduğu için, büyük ve hepimizin yakından bildiği o seçkin yayınevlerine göndermedim. Çünkü “Asla kabul etmezler, ilk kitaba kimse şans vermez,” düşüncesindeydim. Bilemiyorum, belki acele etmeyip ve öyle düşünmeyip dosyamı “o” yayınevlerine göndersem süreç bambaşka gelişebilirdi. Tam da kitabımın çıkacağı sıralarda, yayıncılık büyük bir krizin eşiğine geldi. Döviz ve kur artışıyla beraber kâğıt zammı arttı ve yayınevlerinin çoğu yeni dosya alımını durdurdu, yeni yazarlara şans tanımakta finansal açıdan çok zorlayıcı ve neredeyse imkânsız bir sürece girdiler. Her yerde avaz avaz “Yayıncılık bitiyor, kâğıda gelen zamla hem yazarlar, hem okurlar hem de yayınevleri büyük çıkmaza girdi,” haberleri çoğalırken ve çoğu köklü kitabevi krize yenilip şube kapatırken Kelebeğin Ayak Sesleri doğdu. Tam bu kriz ve kaos ortamının ortasına, yeni açılmaya başlayan gözleriyle “Merhaba!” demeye çalıştı. Yani dosyamı yalnızca bir yayıneviyle paylaştım ve akabinde sözleşme imzaladık. Kapak tasarımı, mizanpaj, edisyon ve bunun gibi teknik bazı sorunlar elbette ben de yaşadım ve bu konuda yardım da alma şansım olmadı ama bir şekilde, sabır ve soğukkanlılıkla süreci göğüsledim. Aslında hemen hemen her yazarın benzer sorunlarını ben de az çok yaşadım; ilk kitap hep sancılıdır. Ama yılmadım ve yolumdan dönmedim. Yayınevi seçme ve sözleşme imzalama sürecim çok uzun uzadıya gerçekleşen bir süreç değildi; birdenbire ve hızlıca oldu. Yani belirleyici etkenler, edebiyat ve yayın dünyasının içinde bulunduğu kriz ortamına bağlı olarak, çok uzun uzun beklemeden birdenbire aldığım bir karardı. Cesaretimi zor toplamıştım ve beklersem bu cesaretin kırılacağından, yayıncılıkta çığ gibi büyüyen krizin bu süreci kötü etkileyeceğinden korkuyordum ve böylelikle ilk adımımı 2022’ye doğru attım. Eğer öyle talihsiz bir döneme denk gelmeseydim, kriz bu kadar patlak vermeseydi ve onarılabilseydi, bambaşka şeyler de olabilirdi.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu? 

Hayır olmadı. Herhangi bir editörden fikir veya yardım almadım. Eğer o dönem böyle bir şansım olsaydı, muhakkak danışmak isterdim tabii. Kitap dosyamı inceleyen ve son halini tarafıma gönderen editör de metinde hiçbir değişiklik yapmadı ve bunu teklif de etmedi; metin, ham ve saf haliyle okuyucu ile buluştu. Birkaç yazım ve noktalama düzeltisi haricinde, metinde bir kalem oynatma olmadı. Kitabımın yayınlanma sürecinde, bu işte ve alanda profesyonel bir yazarla konuşmuş ve fikir almıştım. Kendi deneyimleri ve genel süreç hakkında kısa ve dostane bir konuşmaydı fakat tabii dosyamı, kurgusunu ve hangi okur kitlesine hitap edeceği konusunu konuşmamıştık. Dediğim gibi; öğretici, zorlu, güzel fakat herhangi editöryal yardım almadan yürüdüğüm bir süreçti. Genele yaymak istemem ama, eğer yazıyorsanız ve ilk kitabınız çıkacaksa, bu alanda yol göstericiniz yoksa yapayalnızsınız ve düşe kalka ilerlemek zorundasınız. Zaten yazar olma hali biraz da dünyayla aranıza perde çekip o yapayalnızlık halinden kalabalık bir şekilde, karakterler ve olaylarla çoğalarak yeniden bu dünyaya doğmak demek. O yazı masasına yalnız oturuyorsunuz ve kalktığınızda, önünüzde duran metinle birdenbire çoğalıyorsunuz.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz? 

Tabii ki umduğunuz çoğu şeyi bulamıyorsunuz; ummak ve hayal kurmak arasındaki ince çizginin ayarını tutturamazsanız, hayal kırıklığı yaşamanız kaçınılmaz. Daha realist ve içinde bulunduğumuz duruma göre bir tutum geliştirip, iyi kötü her durumu öngörmeye çalışarak ve her ihtimalin bilincinde olarak yürümemiz gerekir. Benim öyle büyük büyük beklentilerim, hayallerim olmadı. Daima realist biriydim ve o gerçekçi yönümü muhafazaya gayret ediyorum. Zaten kabuğumdan da tamamıyla çıkabilmiş değildim. Yine de ilk kitabımla hayatımda epey şey değişti; kitabım, henüz ilk yaşına girmeden ödül aldı. Annem Deniz’e ithaf ettiğim kitabımı, yazdan henüz sıyrılmamış tatlı bir Eylül akşamında, büyük bir kalabalık ve basın önünde, onun güzel, mavi gözlerine bakarak almış ve onu gururlandırmıştım. Bu, aldığım ve verdiğim en büyük hediye oldu. Göğüslediğim ve sabırla ilerlediğim tüm sürecin mükâfatı, elime tutuşturulan o ilk ve çok kıymetli ödül olmuştu. Bazı haber mecralarında “ödüllü yazar” olarak lanse edilmek tabii büyük bir onur ve sorumluluk. Bunun yanı sıra, ödülden önce ve sonra, hiç tanımadığım ama bizi müşterek bir paydada buluşturan okuyucudan aldığım güzel geri dönüşler de en az aldığım ödül kadar kıymetli. Bunun yanı sıra, umduğum ve hayal kırıklığı yaşadığım çokça şey var. Bunların başında da kitabımın tüm raflarda olacağı beklentisi ve yanılgısı geliyor. Aslında bu, beklentiden ziyade “normal, olağan süreç” gibi. Herkes gibi siz de öyle zannediyorsunuz; kitap basılır ve doğrudan ülkenin tüm kitabevlerinde boy gösterir. Fakat hayır, işin mutfağı öyle değil-miş. Eğer yeni yazarsanız ve kitabınız henüz ilk kitapsa, her kitabevinin rafında olmuyor-muş. Bu da tecrübe ettiğim bir diğer husus oldu. Kitabın fiziki olarak raflarda yer alması, sandığımdan daha komplike ve farklı çalışan algoritmaya bağlı bir etkendi; yine de tüm kitapçılarda olmasa da hatırı sayılır ve okuyucu tarafından çok sevilen zincir bazı kitabevlerinde kendine yer buldu. Bu yüzden elbette mutluyum. Biliyorsunuz artık her şey dijitale döndü ve online kitabevlerine büyük yöneliş olduğundan dolayı, artık okuyucunun büyük bir kısmı da kitapları online satış sitelerinden temin ediyor. Sanırım bu ve bunun gibi birçok sebep, tüm raflarda yer alamama durumuna bir cevap oluyor. Çok iyi yayınevlerinden birkaç kitabı çıkmasına rağmen, yıllardır fiziki olarak raflara girememiş bazı yazarlar tanıdım ve bu durum “Sadece benim başıma gelmedi, demek ki artık böyle oluyor,” diye düşünüp, dert etmememe imkân sağladı. Dediğim gibi, biraz da şans faktörü her olayda olduğu gibi bu alanda da var. İyi bir okuyucu, okumak istediği kitabı ne yapar eder bulur, kendimden biliyorum. Bir kitabı çok okumak istiyorsam, yıllarımı da alsa arar, bulur ve muhakkak okurum. Umarım bir gün beni de “bilhassa” okumak isteyen okurlarım olur. Henüz kitabım yeni olduğu için kendini yeterince duyuramadı ve sanırım iyi bir okuyucu kitlesi oluşması için epey zaman var. Tüyap kitap fuarına, tarihler takvimime uymadığı için katılamamak ve imza günü düzenleyememek de talihsizlik yaşadığım bir diğer olay. Ama olsun; Tüyap’lar, fuarlar, imza günleri devam edecek ve ben elbette aktif olarak okuyucuyla bir araya gelebileceğim. Henüz kitabım yeni, hepsi yavaş yavaş olacak, hiçbiri için acele etmiyorum. 

Telif aldınız mı? 

Sözleşmem dahilinde elbette alacağım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz? 

Benimki biraz tersine bir akış oldu, çünkü misafirlerin karşısına ilk çıkışım ilk kitabımla oldu, ilk öykülerimle değil. Fıtratında çekingenlik olan biri için ne tezat bir olay, farkındayım ama fıtratımda aynı zamanda cesaret de (neyse ki) var. Kitabım yayınlandıktan sonra, dergilerde yazmaya ve sandık altında gizli tuttuğum öykülerimi, şiirlerimi okuyucunun beğenisine sunmaya ve yenilerini yazmaya başladım. Akabinde, ulusal bir öykü yarışmasında ödül aldım ve bazı yazılarım da seçki kitaplarına dahil oldu. Hala çeşitli edebiyat dergilerinin hem yazarı hem de okuyucusuyum. Elbette edebiyat dergileri, eğer bir öykü yazarıysanız çok besleyici ve geliştirici bir alan. Öykü yazmayı seviyorum ve kendimi daha da yeşertebileceğim en zengin alan, şüphesiz bu mecralar. Bu mutfak, içinde her gün saatlerce vakit geçirseniz de her geçen gün farklı bir bölümünü keşfedebileceğiniz devasa bir alan. Ömrüm yettiğince mutfakta kalacak, yazacak, okuyacak ve öğreneceğim. Misafirlerin karşısına çıkarken kelimelerimi kuşanıyor ve her salona girişimde biraz daha kendinden emin ve büyümüş biri olarak selamlıyorum insanları. 

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı? 

Daha önce de belirttiğim gibi, tabii ki çok şaşırdılar çünkü yıllardır yazdığımı, bu alanda ilerleyeceğimi eşim haricinde kimse bilmiyordu ama öngören ve tahmininde yanılmayan da çok insan vardı. Üniversite eğitimimi Yat Kaptanlığı üzerine aldığım için, çevremdeki çoğu kişi denizde olacağımı düşünüyordu ve edebi yönümü herkes bilmiyordu. Fakat öğrendiklerinde çok mutlu oldukları ve gurur duydukları bir şaşırma hali oldu, tüm ailem ve çevrem çok büyük bir coşku ve içtenlikle dahasını yapmaya beni teşvik ettiler sağ olsunlar. Hâlâ “Yaz, devam et, ikinci kitabını sabırsızlıkla bekliyoruz,” diyorlar. Bu çok güçlendirici bir motivasyon ve mutluluk kaynağı. Destek ve geri bildirimler, özellikle kitabı yeni çıkmış bir yazar için çok önemli. Ben her zaman eleştirel ve eleştiriye açık bir insan oldum. Bu sebeple de aldığım ve alacağım tüm eleştirilerin kıymeti çok büyük. Zaten en büyük eleştirileri daima kendime yapıyorum, asla yazdığım hiçbir metni tamamıyla beğenmiyor ve kendimi daha çok geliştirmek için kamçılamaya çalışıyorum. Yazıyla ilişkimde ciddi olduğuma ikna olmaları hususuna gelecek olursak, böyle bir iknaya gerek kalmadı çünkü zaten edebiyata meftun olduğumu evvelden biliyorlardı ve bu alanda ilerleyeceğimden hiç şüphe duymadılar. Bilakis, “Zaten biliyorduk, belliydi yazar olacağı” diyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. O özgürlük alanı, zaten daima sahip olduğum bir alandı ve kitap yazma sürecimden önce de hep yazı masasının başındaydım.

Peki, bundan sonra? 

Bundan sonrası, umuyorum ki yazıp bitirdiğim ikinci kitap dosyamın, seçkin bir yayınevi nezdinde karşılık bulması ve hep üzerine bir şeyler katarak ilerlemek. Yazmak ve okumak benim için hobi değil, yaşama biçimi; bundan sonra da, ömrüm ve şartlar müsaade ettiği takdirde böyle olacak. Nefes aldığım iki alan var; biri deniz (çocukluktan beri denize ve aldığım eğitim sebebiyle de denizciliğe olan tutkumdan), diğeri de edebiyat. Bu iki dünyaya doğdum ben. Denize nazır bir evde ve deniz kıyısında, elinde kitaplarıyla büyüyen bir çocuktum. Bu iki etkeni yumuşatarak ve tek bir potada eriterek yazı hayatıma dahil edecek ve yolumda böyle ilerlemeye gayret edeceğim. Yine edebiyat dergilerinde yazmaya, bol bol okumaya, yeni metinlerle okuyucunun karşısına çıkmaya devam edeceğim. Zaman zaman, çalışma masamdan denizi izlerken aklıma şu alıntı gelir: “Çocuk, melekle birlikte gitti ve köpek onları takip etti.” Hayatımın akışındayım; kimi zaman kumsalda yürüyen bir çocuk, kimi zamansa kendi adımlarımı dışarıdan izleyen biriyim. Her hâlükârda bu kumsaldayım. Buradayım. Hem yolcu hem de yolcuyu gözlemleyen ikinci bir gözüm. Bu kumsal, bu deniz benim evim ve ben bu evde büyümeye devam edeceğim.