Her politize olma çabası Gazete Oksijen’de yapılan ajitasyonun bir eşi olarak görülüyor. Oysa depremi anlatmanın tek yolu bu değil ama kimse yeni yollar bulmak niyetinde de değil.

Emirhan Mutlu

6 Şubat 2023 sabahına uyandığımızda ve sonraki süreçte gördüklerimizi eminim ki hepimiz ömrümüzün sonuna kadar hatırlayacağız. Yaşadığımız deprem felaketi, kaybettiğimiz on binlerce vatandaşımız, hâlâ çadırlarda zor şartlar altında hayatını idame ettirmeye çalışan depremzedeler her saniye aklımıza düşüyor. Baktığımız her yerde, yaşadığımız her olayda bir şekilde oraya bağlanıyoruz. Tek bir yer dışında: edebiyatımız.

Yıl sonuna yaklaşırken edebiyat, ama özellikle öykücülük camiasında dönen birtakım tartışmalar beni bu yazıyı yazmaya itti. Bu tartışmaların neredeyse tamamı sosyal medyada döndüğünden konunun ilgilisi olanlar takip etme fırsatı buldu. Tartışmanın merkezinde Malatya İnönü Üniversitesi’nin ilan ettiği Deprem Öyküleri Yarışması var.[1] Yarışmanın eleştirilecek birçok yönü var. Öncelikle afişi oldukça kötü hazırlanmış. Arka planda bir fay kırığının göründüğü afişte aynı zamanda yıkılmış binaları andıran bir yazı tipinin tercih edilmesi son derece art niyetli yahut işbilmezce. Aynı zamanda, bir öykü yarışması için fazla sayıda (yirmi dokuz kişi) olan ve çoğunun yetkinliği şüpheli jüri heyeti de bir sorun. Yarışmanın ödülü de mevcut ekonomik koşullarda pek hatrı sayılacak bir meblağ değil. Tüm bunların içinde sanırım en çok afiş konusu eleştirileri tetikledi, çünkü MADO ve Maraş Edebiyat ve Sanat Derneği’nin (MESDER) ortaklaşa düzenlediği bir başka deprem temalı öykü yarışması[2] hiç böyle bir tartışmaya yol açmadı.

Ben ilk bakışta bunların tartışılacağını düşünürken yazar ve okurlar yarışmanın düzenlenmesine yönelik eleştirilerde bulundular. Bu tip yarışmaların yaşanan acılardan prim yaptığını, depremzedelerin yaşadıkları üzerinden ajitasyon yapan arabesk metinler üretmeyi teşvik ettiğini savunan birçok yazar organizasyon komitesine, jüri heyetine ve İnönü Üniversitesi’ne tepki gösterdi. Bu eleştirileri yaparken benzetme yaptıkları başka bir edebi(!) eserler toplamı vardı. Depremden henüz dört gün sonra, 10 Şubat tarihinde Oksijen Gazetesi depremde çekilmiş acı fotoğraflar üzerine yedi edebiyatçı tarafından yazılmış yazıları yayınlandı.[3] Böyle bir yazı dizisi herkesin tepkisini çekerken bunun bir parçası olan yazarlardan bazıları özür diledi. Deprem öyküleri yarışmasını eleştirenler yarışmayı Oksijen Gazetesi’nin yayınladığı bu yazı dizisiyle bir tutarak yazılacak tüm öykülerin bu minvalde olacağını savundu. Eleştirileri okurken çok sık karşılaştığım bir önerme vardı: Öykücüler isterse deprem hakkında öyküler yazabilirdi ancak bunun için bir yarışma düzenlemek etik değildi. Bu önermeyi doğru kabul etsek bile karşımızda acı bir gerçek duruyor: Öykücüler deprem üzerine öykü yazmak istemiyor.

Günümüz Türkçe öykücülüğünde birbirine benzer metinler üretiliyor. Bu metinlerin belli alametifarikaları var. Öncelikle hepsi “kısa” öyküler. Anlatacağı meseleyi olabilecek en kısa şekilde anlatmak maharetten sayılıyor. Öykü yarışmaları da bu yaklaşım etrafında şekilleniyor. Hepsinde 2000-2500 kelime sınırı duruyor öykücülerin karşısında. Ama bu öykülerin daha önemli olan bir diğer özelliği iç dünyaya odaklanan ve depolitize metinler olmaları. Her yeni çıkan öykü kitabında bu gerçekle bir kez daha yüzleşiyoruz ve bu durum bir süredir böyle. Toplumcu gerçekçilik demode görülürken yerine yeni bir toplumculuk da ikame edilmiş değil. Toplumumuza yabancı biri son yıllarda çıkan öykü kitaplarını okusa hiçbir derdimiz yok zanneder. Bu minvalde bir tespiti Cihat Duman ta 2019 yılında, yeni çıkmış bir öykü kitabını değerlendirirken yapıyor:

“Özellikle öykü ve romanda vasatla iş birliğine girerek iktidarın zulmünden kaçma manevrasının edebiyatınıza yapacaklarını bilmiyor musunuz? Stalin’den sonra adı hafızamıza kazınacak bir tane bile Rus yazarın olmaması örneğini ne çabuk unuttunuz? Bastığınız kitaplarda cinayet bile yok be! Cinsellik, inanç çelişkileri, devrimci şiddet, pedofili, ensest hak getire. Bunları 50 Kuşağı’ndan ya da batılılardan mı okuyacağız. Varsa yoksa beyaz yaka krizi, evlilik sıkıntıları, modern insanın failatün failatün failatünü. Yazıklar olsun size.”[4]

Aslında Duman önemli bir noktaya işaret ediyor. Yalnızca düzen karşıtlığı değil, politik sayılabilecek her şey öykücülüğümüzden giderek siliniyor. Hatta düzen karşıtı olmak daha makbul hale geldi, zira yazarlar neye işaret ettiği belli olmayan soyut bir düzene saldırıp duruyorlar.

Tamamen bireysel tecrübelere, varoluş krizlerine, yabancılaşmaya odaklanan günümüz öykülerinde artık işçilerin, köylülerin, ezilenlerin sesini duymak da mümkün değil. Genelde şehirli, beyaz yakalı insanların hikayeleri var karşımızda. Dünyayı onların çerçevesinden görebiliyoruz yalnızca. Adnan Özyalçıner için hazırlanan bir kitapta yazardan bahsederken kurulan şu cümleler, günümüz öykücülüğünün vaziyetini gözler önüne seriyor:

“Adam Öykü’de Füsun Akatlı on öykücü seçmiş. Adnan Özyalçıner yok seçilenler arasında. Sevindim. Çok sevindim. Çünkü günümüzün yazarı değil Adnan Özyalçıner [ama] günümüz için gerekli. Çünkü günümüz yazarları insanı anlatmıyor. Yalanı anlatıyor. Yalan insanı anlatıyor. Yalan sorunları anlatıyor.”[5]

Tıpkı deprem öyküleri tartışmasında olduğu gibi burada da ajitasyon korkusu var. Öykücüler zor koşullarda yaşayan insanların hikayelerini onları acınacak duruma düşürmeden anlatamadıklarından, bunun imkanlarını aramadıklarından bu insanları terk etmiş vaziyetteler.

Nihayetinde geldiğimiz noktada öykücülerimiz depremi anlatacak vaziyette değiller. En başta buna niyetleri yok. Ne yazarlar ne de yayınevleri politik olmak istemiyor. Halihazırda kurulmuş olan edebiyat tezgahında herkes halinden memnun. Yalnız okur değil. Her ne kadar öykülerin sıkı bir takipçi kitlesi olsa da bu kitle genişleyemiyor çünkü anlatılan yalnızca onların hikayesi. Şehirli orta sınıf dışında insan görmek mümkün olmuyor çoğu öyküde. Metin Celal bütün öykülerin birbirine benzediğini savunduğu yazısında[6] bu benzerlikleri şöyle sıralıyor:

“Öncelikle öykülerde ele alınan konular çok sınırlı. Hemen herkes aynı konuları işliyor; şehirli, orta sınıf kişilerin bireysel öyküleri yazılıyor genellikle. Onların iç sıkıntıları, yabancılaşma, karşılıklı anlayışsızlık, yaşam şartlarını getirdiği zorluklar… Farklı, risk alan konulara girilmiyor. Öykü kahramanları da benzer. Mekanlar da hemen hemen aynı; büyük şehirler.”

Zaten kitaba ulaşmanın zorlaştığı şu dönemde bir de kitapta kendinden hiçbir iz bulamayan okur öyküden yüz çeviriyor. Öykücülük bir çıkmazda ve bundan rahatsız da değil. Her politize olma çabası Gazete Oksijen’de yapılan ajitasyonun bir eşi olarak görülüyor. Öyle ki Parşömen’in yaptığı 2023 Edebiyat Soruşturması’nda birkaç kişi Gazete Oksijen’de yapılan bu işbilmezliği “yılın edebiyat olayı” olarak tanımlıyor. Oysa depremi anlatmanın tek yolu bu değil ama kimse yeni yollar bulmak niyetinde de değil. Niyeti olanların üzerinde de ciddi bir mahalle baskısı oluşmuş durumda.

Kabul edelim, kimse deprem öykülerini anlatmayacak…

Emirhan Mutlu


[1] Link

[2] Link

[3] Link

[4] Link

[5] Öykücülüğümüzün 45 Yıllık Çınarı Adnan Özyalçıner (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2018)

[6] Link