Levent Karataş: Sevgili Devrim Altıkulaç, beşinci kitabın Eksilme Ocak ayında Pikaresk Yayınları’ndan çıktı. Yazdıklarını ilk kitabın Defterler’den bugüne yakından izleyen bir okurun olarak da soruyorum: Kitapların çoğalırken, eksiltmeler de olmuş öykülerinde. Öykülerini eskisinden daha kısa tutmayı tercih etmişsin. Bir de senden dinlemek isteriz Eksilme’nin serüvenini…

Devrim Altıkulaç: Merhaba Levent, son dönem başlangıcında yazdığım ilk öykü sanırım “Eksilme” idi. Yıllar önce fark etmiştim ki, çocukluktan sonra eksilmeye başlıyorsun. Ruhun eksiliyor, ömrün eksiliyor, ölümler eksiltiyor, belki insanlarından vazgeçiyorsun, yaşamın maddi koşullarını söylemedim bile.

Hayatın geri kalanında çoğu çabamız bu “eksilme” duygusunu hafifletmek, belki de gidermek için çeşitli yollar bulmak, belki biriktirmekle geçiyor tam karşılığı olarak. Asıl olan şu ki, bence çocukluk bittikten sonra ne biriktirirsen biriktir, eksilmeni gideremiyorsun.

Dolayısıyla hayata dair kendini “kandırabilmen” gerek. Bunu ne kadar “kendin” ile yaparsan, o kadar soylu oluyor sanırım.

Şimdi dışarıdan baktığımda, bu kitaptaki öykülerin söz ettiğim, eksilme-biriktirme kavramlarına eğildiğini düşünüyorum. Elbette ki bu tasarlanmış, karar verdiğim bir yaklaşım değildi, tıpkı öykülerin kısa-uzun oluşu gibi. Tahmin ederim eksilmeleri yazmaya devam edeceğim.

Levent Karataş, Devrim Altıkulaç

Öykülerinin ilk olarak isimleri dikkatimi çekti. Meselâ Parfüm, Ağaç Evi, Yerin Altı, Orman Gecesi, Nisan Meyhane… Sanıyorum özel seçilmiş bu islimler. Peki, öykü isimleri içeriklerinin şimdiki dünyamızda bir karşılığı var mı artık? Ve öykülerindeki mekânları, ruhumuza sirayet ettiği zamanı, zamansızlığı, özgürlük imgesini gerçekten sonsuza kadar yitirdik mi?

Hah, tam burada konunun ülkemizle ilgili kısmı devreye giriyor. Bizler daha da zorlanıyoruz hayata tutunmakta. Hemen sorundan yola çıkarsak sevgili Levent, meyhane yahu, meyhane… Bilinenler tekrarına düşmeden sadece “meyhaneyi” konuşsak saatler alır sanırım. Yok ama artık meyhane, kalmadı. Meyhanenin ne olduğu bu sohbetin konusu değil ama karşılığı yok günümüzde. İsmi de kullanılmayacakmış sanırım. Artık olmayan yerin ismini kullanmasan ne olur. Bizler Haydarpaşa Garı’nı da, AKM’yi de talan edilen ormanlar gibi ait olduğumuz değerleri de yitirdik. Korkarım “yapıvermek”, “oldu-bitti”, anlayışları ile yıkılanların yerine “yapılıverenler” gözlerimizi ve ruhlarımızı kanatmaya devam edecek.

Yaşadığın yer her neresi ise, kentin, köyün, kasabanın mimarisinin, mobilyalarının ya da doğasının sürekliliği, kalıcılığı, bozulmaması senin yaşama tutunmanı, aidiyetini destekleyen unsurlar. Üzgünüm bile diyemem hafif kalır, buralarda bu böyle değil. Hayata dair kendini kandırabileceğin dallar o kadar zayıfladı ki. Dediğim gibi rant kurbanı olduk hepimiz. Bilmem ne sitesine taşınıp orada kapalı devre yaşayarak bundan kaçamazsın, havuzun da olsa. Dışarı çıktığın an o sakil yapılaşma seni boğar. Boğmuyor ise sorun sende. Az önce “biriktirmek” dedim, ama herif para biriktiriyor, dün okudum bilmem kaç milyar Avro’yu tek tek saymak, bilmem kaç nesil sürüyormuş. Her sene bir araba alıyor, daha anlayamadan değiştiriyor, sevgilisini değiştiriyor daha tanımadan.

Biliyorum, soruna nesnel cevap verdim, ama böyle kabul et lütfen.

Kitabın son öyküsü “Yaz Bitiyor”. Öyküde doğanın döngüsünü yaz mevsiminin kalan tek Ağustos Böceği imgesiyle ya da gerçeğiyle kaleme almışsın. Doğaya olağandışı merakını Eksilme kitabındaki ve yarattığın diğer desenlerde de görebiliyoruz. Bilemiyorum belki bir böceği, yaprağı, ağacı ya da gergedanı saatlerce ve detaylı gözlemleyip belki de ansiklopedilere bakarak çiziyorsun. Doğanın senin insan doğandaki yeri nedir?

Doğayı geç buldum ben. Aslında tam buldum sayılmaz, kendimce ulaştım diyelim ona. Dediğin gibi desenler ile başladı. Heykeller için desenler çizerken, atları, böcekleri… Daha sonra ağaçların ne kadar muhteşem olduklarını ayırt ettim. Şimdilerde tek düzenli sohbetim ağaçlarla.

Sen bildiğimce -kronolojinin önemli denecek kısmını- kentte, İstanbul’da yaşadın. Kişisel hayatında bir yeni dalga oldu ve sen gönüllü bir kasaba sürgünü oldun. Kuşadası’nda geçen zaman seni bütünsel bir devinime uğratmış, yazdıklarına doğacı bir ivme kazandırmış. Senin bu değişime getirdiğin tanım ne?

Kasabada değildik, kasabanın dışında, güneyde idik. Orada İstanbul’dan götürdüğümüz sadece bir ağacım vardı. O tek zeytin ağacının büyümesini izlemek, yıllarca ve o yılların sonunda çok şey anlattı. Ancak yaş olarak ya erken gitmiştik ya da geç, sonuçta her Kadıköylü’nün yapacağı gibi, döndük. Ayrıca Levent, bütün o “yapıvermeler” oralarda da sürüyor. Kaçamıyorsun. Çok sevdiğin bir tepe, sahipsiz sandığın bir koy ele geçirilebiliyor. Alışmana, içselleştirmene izin vermiyorlar. Şimdi sadece ağaç dostumu özlüyorum.

Son olarak Eksilme’deki kimi betimlemeler, başlıklandırmalar, metaforlar, konuların arasına sızmış teşbihler, isimler, yer adları, mekânlar vesaire… sendeki metropol çıkmazının kalıntıları. Fakat yeni öykülerin ister istemez öyküleri yazdığın zamanlardaki coğrafyadan izler taşıyor. Öncelikle yazdıklarına sen tanık olduğun için soruyorum. Sen, Devrim Altıkulaç olarak bu karma yazını ve bu iç uygarlık devrimini mistik buldun mu?

Bir yolculuk hepimizin yaşadığı. Adaletsiz bir yolculuk, adil olması gereken. Bana gelirsek, kendimizi bu yolculukta kendimiz ile kandırabilirsek sanırım dediğin iç uygarlığımızı oluşturmuş oluruz. Az önce sorduğun soru ile birlikte cevaplamaya çalışırsam, mekanların ve isimlerin şimdiki zaman karşılığı, üzgünüm ki yok.

Yine de bu günler geçtiğinde, belki gelecekte, ruhlarımızı dinlendirmek için serebileceğimiz yeni alanlar buluruz diye umuyorum. Teşekkürler Levent.