Turhan Yıldırım

Şıp. Akortsuz bir müzik aletinin kulaklarını rahatsız eden sesi bedeninden çıkıyor. Kendini bildin bileli aşina olduğun bu saçma durumu yine yaşamaya başladın. Sanki –kapattıktan sonra bile damlatmaya devam eden- contası gevşek bozuk bir musluğa sahipsin. Yüzünün tam ortasında bulunan ve her seferinde yumruğunla dümdüz etmek istediğin koca burnun suyunu damla damla akıtıyor. Önce her zamanki gibi solundan başlıyor cümbüş. Dakikalarca akıtıyor gevşemiş musluğun. Bir tarafı bitince sağına doğru geçiş yapıyor. Vücudun komut almış bir subayın titizliğinde burnunda ne kadar su varsa akıtmaya meyilli. Mendiller aşınıyor, kâğıt havlular teker teker çöp kutusuna gidiyor fakat bunca çaban nafile. Bir türlü bitmek bilmiyor üzerinde uygulanan Çin işkencesi.

Şıp. Madlen çikolatayı ısırıp ta çocukluğuna giden Marcel gibisin, küçüklük hatıraların seni çağırıyor. Kendini ilk anımsadığında doğaldır ki kaç yaşında olduğunu bilmiyorsun ama zihninde o zamana dair beliren tek an, akortsuz burnunun lanet olasıca melodisi. Küçümencikken annenin üşümeyesin diye battaniyeyle sıkı sıkı sarmaladığını hatırlıyorsun. Tabii ki o sıralar sevgili validen, olayın soğukla bir ilgisi olmadığını bilmiyor. Doğuştan gelen tamiri imkânsız rahatsızlığını sıcakla yenmeye çalışmak, yangına bir kova suyla müdahale etmeye benziyor. Yaşadığının zayıf bir bünyenin eseri olmadığı çok sonra anlaşılacaktı.

Şıp. Senin için kaybetmenin mümkün olmadığı zamanda yuvarlanmaya devam ediyorsun. Madleni biraz daha ısırdın, şimdi bugün 23 Nisan neşeyle doluyor insan günündesin. Uykusunu alamamış küçük bedenler sırayla dizilmiş, disiplin öğretmenlerin gözünden çocuklara doğru akıyor. Kimse kıpırdamamalı, tören düzeni kusursuz sağlanmalı. Öyle de oluyor, ortamdaki gergin hava mükemmelliği bir şekilde yakalıyor. Uyandığından beri akan burnuna rağmen bayram diye gönderilmişsin okula. Ne de olsa senin hastalığının bir hükmü yok. Görünüşe bakılırsa turptan hallicesin. Azıcık burnun kızarık ama bu kadarının üzerinde konuşmaya bile değmez. Birazdan tören başlayacak, herkes yerini almış pür dikkat “rahat” ve “hazır ol” komutlarını bekliyor. O muhteşem anın gelmesine saniyeler kala makinalı tüfek gibi hapşırmaya başlıyorsun. Öğretmeninin kıpkırmızı öfkesi ve çaresizliği, arkadaşlarının kıkır kıkır gülüşleri… Kapkara bir utancın içindesin, göz pınarların az önce yaşadıklarına dayanamıyor. Vücudundan akan tüm sular birbirine karışıyor, kendini sümüklü böcek yalnızlığında hissediyorsun. Kaçıp gidecek güce sahip değilsin, olduğun yerde burnuna duyduğun nefretle kalıyorsun.

Şıp. Çikolatanın tadı nedense acımsı fakat dayanamayıp bir parça daha ısırıyorsun. Şu an “Öğrenciyi Seçsek Bile Zinhar Yerleştiremeyiz Sınavı”nın hatırasının içindesin. Bütün öğretim zamanın bu sınava hazırlanarak geçti. Arkadaşların gibi vaktini bilgisayar oyunlarında harcamak ya da kız peşinde koşmak yerine ders kitaplarının arasında yaşadın. Bugün başarmak zorundasın, başka bir çaren yok. Seni tanıyan ne kadar büyüğün varsa iyi bir üniversiteyi kazanacağından en az ismin kadar emin. Kendine güveniyorsun, heyecanını dizginlemiş bir şekilde soruları ardı ardına yanıtlıyorsun. Fakat o da ne, arızalı musluğun yine su akıtmaya başladı. Bu durumu yaşamamak için bir haftadır her gün ilaç alıyordun ama demek ki nafileymiş. Odak noktan bozuldu, bir yandan burnunu silip öbür yandan soruları cevaplamaya çalışıyorsun. Yine durmaksızın damlatıyor lanet olasıca. İçinden söve söve kâğıdını görevliye teslim ediyorsun. Biliyorsun ki kaybetmek artık senin diğer adın.

Şıp. Mezuniyet sonrası bir baltaya sap olunamayan bölümlerden birini okudun. Fırtınada yönünü kaybetmiş gemi misali ne iş yaptığı anlaşılamayan mesleklerden bir tanesine demir attın. Çizilmiş sınırları asla aşamayacak fareymişçesine gençliğini tüketiyorsun aynı yerde. Zamanın tıpkı bir yüz metre koşucusu gibi süratle yanından geçip gittiğini biliyorsun ama vasatlığın satır arasına hapsettin kendini. Doğuştan gelen şansızlığının bahanesinde çıkış yolunu görsen bile adım atmıyorsun. Unvanı kocaman doktorlara gidip çeşit çeşit ilaçlar kullanıyorsun. Ama sonuç hep aynı, değişmez; kanıksadın şıp şıp damlayan musluğunu. İş yerindeki arkadaşların hasta oldular mı bir kere ateşler içinde yorgan döşek yatıyor. Aldıkları raporlar en aşağı üç dört günlük. Peki ya sen? Bunca zamandır hayatı sana zindan eden meretin adı hastalık olarak bile geçmiyor. Doktorların umursamadığı, sağlığınla ilgili en ufak şikâyetinde dostlarının dudak büktüğü bir adamsın. Biliyorsun ki yenilgi artık senin için yaşam boyu.

Şıp. Madlenin son parçasını az önce attın ağzına, şimdi anılarının son evresine gidiyorsun. Kanıksadıklarını beynin reddetmeye başladı. Yıllardır katlandığın çileye artık dayanmak istemiyor zihnin. Aklının isyanı, senelerdir süregelen dengede duruşunu bozuyor. Rüyaların her gece farklı şekillerde tekrarlanan kâbuslara dönüşüyor. Devasa boyutlarda, farklı renklerde burunlar görüyorsun. Sularını üstüne boşaltıyorlar, her yerin vıcık vıcık. Sümüklü böcekler sarmış dört bir yanını, ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez haldesin. Kâbusun sonlanmasını diliyorsun ama bu isteğin boşuna. Uyuyamıyorsun, çünkü biliyorsun ki her daldığında yine bu iğrenç rüyanın bir benzerini göreceksin. Yavaş yavaş yaşayan ölülere dönüyorsun. İş hayatın, arkadaşlarınla olan ilişkilerin bozuluyor. Bir daha kalkmamak üzere yere düşüyorsun, şimdi yalnızca birilerinin gelip üzerine toprak atmasını bekliyorsun.

Şıp. Madlen çikolatanın zehri bedenini zamanın boşluğuna doğru attı. Hiçbir dünyalının ulaşamayacağı bir yere doğru sürükleniyorsun. Gezegenleri ardı ardına aşıp galaksileri geçiyorsun. Seni tanıyıp bilenlerden sonsuza dek kurtuldun. Artık ne doğuştan arızalı burnunun ne de işe yaramazlığının bir önemi var. Mutluluk, öfke, kıskançlık, sevgi, nefret, özlem gibi duyguların hiçbirini hissetmiyorsun; tek duyumsadığın yokluk. Küçüklüğünden beri seni bırakmayan şanssızlığın, zihninin son zamanlardaki isyanı, tüm bunlar artık senin için çok gerilerde kaldı. Belki öldün, belki de bir yerlerde hâlâ yaşamaya devam ediyorsun. Ama farkında olduğun tek bir şey var, o da boşluğun içinde kayboluşun.

Şıp. Yokluğun içinden hangi ara bu odaya düştün, bilmiyorsun. Tek anlayabildiğin buranın daha önce hiç görmediğin bir yer olduğu. Etrafında kimsecikler bulunmadığına göre, herhalde yalnız başına, bile isteye geldin. Odada eşya namına pek bir şey yok. Yan tarafında boş bir bardakla ilaçlar görüyorsun. Bu haplar büyük ihtimalle sana ait ama alıp almadığını hatırlamıyorsun. Gözlerin açık, rüyada değilsin fakat önünde bazı görüntüler belirmeye başlıyor. Çok iyi bildiğin kâbusun içine bu sefer gündüz ışığında ayıkken giriyorsun. Burunlar dev bir insan kılığında, doktor kılığına bürünmüşler. Boyunlarında kocaman stetoskoplar, ellerinde kol büyüklüğünde iğneler. Geliyorlar üzerine üzerine, kaçacak bir yerin yok. Belki rüyada değilsin ama yine de gördüklerinden kurtulmanın yolunu buluyorsun. Bütün bunlara o iri, eğik, çirkin burnunun neden olduğunu biliyorsun. Ve içinde ona karşı büyük bir öfke patlaması yaşıyorsun. Önce sağ yumruğunla esaslı bir kroşe çakıyorsun bozuk musluğuna, sonra solunla devamını getirip ardı ardına indiriyorsun. Burnundan ilk defa su yerine kan damlıyor: şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp

Turhan Yıldırım