Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 331. Gün: 

KREUTZER SONAT

“Öyle ya,” der Tolstoy’un aristokrat roman kahramanı, (şiddeti doğuran) “öfkenin de kendine göre kanunu vardır.”

Rus Yazarların insani duyguları derinlemesine ele alabilme yeteneği doğrusu hayranlık uyandırıcı. Lev Tolstoy’un Kreutzer Sonat romanında yazdıklarının, aynı zamanda edebiyatın ne olup ne olmadığını ortaya koyan bir yanı da var; olaylarla çevrelenen insanların duygularını ve onlara kaynaklık eden düşüncelerini yansıtmak, kısaca hayatın bizden kıskançlıkla kaçırdığı bir şey olan, başkalarının zihnini okumayı apaçıklıkla anlatıya katmak iyi edebiyatın amacı sayılmalıdır. Gözün görebildiğini ve kulağın duyabildiğini aktarmak edebiyatın işi olmamalıdır.

Tolstoy

Tolstoy’un psikolojik romanı, evlilikleri aşkla başlamasına karşın, iki insanı içine alıp tutsaklaştıran bir ilişki ağının altında işlevsiz hale gelen bir aileyi anlatır. Önce, aralarına giren kadın ve erkek doğasının –birlikte yaşarken daha da yükselen– kaya gibi sert “benzemezlik” duvarıyla karşılaşan eşler, kronikleşen kavgalar ve erkeğin kıskançlığıyla birbirlerinden iyice koparlar. Sonrasında, “erdemli yaşama düşüncesi”nden uzaklaşmanın “kaçınılmaz” sonucu onları bulur.

Kıskançlık bazen aşk duygusunun kendisi kadar güçlü ve sarsıcı olabilir. Kıskançlık buhurdanının tütsüsünün kıskanç bir erkeğin zihninde yarattığı hayallerden daha gerçek bir şey yoktur. Karısını sevmekle ondan nefret etmek arasında saniyeler içinde bir uçtan diğerine salınan roman kahramanı Pozdnişev, “Hayallerimin canlılığı bana gerçek olduklarının kanıtı gibi görünüyordu.” demektedir trendeki bir yabancıya.

Müziğin baştan çıkarıcılığına inanan Pozdnişev, başına gelenlerden Beethoven’ın Kreutzer Sonatını sorumlu tutar. “Korkunçtur bu sonat. Zaten müzik olduğu gibi korkunçtur.” Hele o ilk bölümden nefret eder. “Prestodan sonra (…) oldukça sıradan varyasyonu bulunan andante; daha sonra büsbütün zayıf final.”

Roman yayımlandıktan sonra, Tolstoy birçok okur mektubu almış ve bu mektuplara dayanarak bir sonraki basım için bir Sonsöz yazmıştır. Yazısında, ilkin Rus toplumunda genç erkeklerin kadına bakışını çarpıklaştıran randevuevlerini, gençleri o evlere gitmeye teşvik eden devleti ve çorbada tuzu olan doktorları şiddetle eleştirerek, gençleri bu eğilimden uzak durmaya çağırır. “İkincisi (…) aşkı ve birlikte yürüyen cinsel aşkı şiirselleştirmemek” gerekir der. Yazar, üçüncü olarak kadının gebelik ve emzirme döneminde cinsel ilişkinin kesilmesinden yanadır ve bu iradeyi göstermenin insan onuruna uygun düştüğünü düşünür. Dördüncüsü, Rus toplumunun çocuğa bakışıdır: Çocuklar hayatın zevkini kısan, özgürce yaşamaya engel olan yaratıklar değil, her sınıf ailede iyi yetiştirilmeleri gereken bireylerdir. Beşincisi ise, aşkı, insanı yücelten bir duygu saymaktan kaçınılması gereğidir (Bu romantiklik dışı söylemde Schopenhauer’ın doğanın amacı yönündeki aşk anlayışının etkisi sezilmektedir). Yazısının sonunda, Tolstoy, gerçeğe olanca bağlılığıyla, “Belki bir yardımım dokunur diye, yaralarımızı olduğu gibi ortaya koymaktan kaçınmadım.” demişse de, romanı yayımlandığında büyük tepki çekmiş ve kitap Rusya’da yasaklandığı gibi Amerika’da da dağıtımı engellenmiştir.

Aşkı en geniş ve gerçekçi biçimde ele alan Schopenhauer, doğanın talepleri yanında insanın önemsizliğini dile getirir. Tolstoy ise, eğer hayvan değil insansak, erdemin ve ahlakın varlığını kabul etmemiz gerektiğini ileri sürer. Ve bu düşüncesi ona Kreutzer Sonat’ı yazdırır.

***

Eğri oturup doğru yazalım: Yalnızca kendi amaçlarına odaklanmış olan Doğa, kadın-erkek ilişkisinde insanlara hiç mi hiç yardımcı olmaz. Doğa yasalarında erdemi ve ahlakı aramak boşunadır. Ahlakî nihilizm, doğada ahlakın yer almadığını savunur. Doğada işler ahlakla yürümez.

Ahlak, doğadaki türler arasında yaygın olan “aldatma” eylemine ket vurması beklenen ve her dönemde vicdan ve sağduyu tarafından yerine göz dikilen; kapitalist ilişkilerle zayıflayan, toplumda eksikliği duyulduğu ölçüde kendini zayıflatan bir kavramdır.

336. Gün: 

YAZAR ROBOT

Bilgisayar bilimini ve mühendisliği harmanlayan robot tasarımı, yapımı ve işlemleri üzerine lisansüstü araştırma yapan Atlas, en sonunda uğraşılarının meyvesini almak üzere olduğuna seviniyordu. Yazar robotunun yazarlığını deneme vakti gelmişti.

Öğrencisi olduğu üniversitede bir kütüphane olmayışı nedeniyle bulunduğu ilin kütüphanesinden yararlanmıştı ve artık robotunun önemli edebiyat yapıtlarından derlenen yeterli bir belleği vardı. 

Çalışmaları sırasında ilçe sayımızın yaşanılan yıla eşit olup 2022 olmasının rastlantısallığını ilginç bulmuştu, ama bu bilgi bir işe yaramamıştı; ilçe kütüphanelerinde bulunan, Cumhuriyetin ilk yıllarında yayımlanmış ve raflarda unutulmuş dünya klasiklerinin hiç değilse bazılarını robotunun belleğine yükleyemeyişinin nedeni, pek çok kaymakamlığın ilçelerindeki kütüphaneden habersiz oluşlarıydı. Bu durum, ilçe kütüphanelerinden yararlanmak için yaptığı başvurularda ortaya çıkmıştı.

Robota masa başına geçmesini söyledi, arkasından da ilk öyküsünü yazmasını onu kırmayacak bir üslupla robotundan rica etti. Robotun karın bölgesinde bulunan kaydedicisinin ışığı yandığında yazma eyleminin başladığını anladı.

Atlas’ın hayali, öykü yazmada deneyimlenecek olan robotunun daha sonra roman da yazmasıydı. Fazla sabredemeyerek, öykünün ilk paragrafının yazıldığından emin olduktan sonra, robotunu durdurdu ve kaydedileni yazıya çevirecek olan masa üstü yazıcıyı çalıştırarak bekledi.

Bakalım robotunun öyküsü nasıl başlıyordu? Merak ve heyecanla eline aldığı A4 kağıdında şunlar yazılıydı:

“Ben sana ğoç. ,p bir şey değil ki ben sana u ve bu tür şeyler bir şey değil değil mi yazar ya yum. Y u. Yok yok ben yanında ve üç. I  ö o,ç olarak bir olsun canımın yy. Tu yyyuyuuuu…”

341. Gün: 

PATAVATSIZLIK

Şili’li çağdaş yazar Alejandro Zambra, “Borges’in Hafızası” başlıklı yazısında, Borges’in “Bir günlük patavatsız olmalı” diye düşündüğünü söylüyor. Ben bu sözü “lafım nereye gider?” endişesi taşımadan günlük yazmak olarak yorumluyorum. Gene de, patavatsızlık öyle bir şey ki, birçoğumuz onu, cesaret; bir kısmımız, yaratıcı yazarlık; belki çok azımız patavatsızlık olarak yorumlar. Bunu söylemek, bize yukarıda bir yerlerden bakan alçakgönüllü Borges’e karşı patavatsızlık sayılır mı, bilmem! Öyle bile olsa, umursamayacağını biliyoruz zaten.

345. Gün: 

DENİYOR Kİ

Bir yazar yazdığı şeylerin bir kısmından vazgeçemiyorsa öykü yazamaz… Ama roman yazar. Tanpınar kendini bu sınıfa sokar ve romanda ayrıntıların romanın bütünü kadar önem kazanmasına engel olamadığından yakınır.

348. Gün: 

Aşktan sevgi çıkarmak, şapkadan tavşan çıkarmaya benzer. Sihirbaz hüneri gerektirir.