Küçük Prens içini dökmeye devam etti. “O zamanlar ne anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil. Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun o gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anı bir anına uymuyor. Bense, onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman.”

Küçük Prens, pek çoğumuzun çocukluk kütüphanesinde yerini almış masalsı bir kitaptır. Çocuk kitabı olup olmadığına dair hakkında çeşitli tartışmalar devam etmekle birlikte, Antoine de Saint-Exupéry’nin hatıralarından yola çıkarak yazdığı, dünyayla, varoluşla çatışmasını aktardığı ve içimizdeki çocuğa seslendiği söyleniyor.

Küçük Prens’in geceleri cam fanusla kapattığı narin ve gururlu çiçeği için söylediği, kitaptan alıntıladığım yukardaki sözler, Antoine de Saint-Exupéry’nin sesini kulaklarıma taşıyor. O çiçeğe ilham olan yazar ve sanatçı Consuelo de Saint-Exupéry ise omuzunda şalıyla, önünde uzanan durgun göle dalıp gidiyor. Siyah saçların çerçevelediği ince simasında dikkat çeken iri gözleri hüzünlü bir buğu ile gölgelenmiş. Küçük Prens’ini bekliyor. Gelsin, yapraklarını okşasın, sulasın ve fanusu kapatsın. Ve ondan gelecek yeni bir mektuba kavuşana kadar da açılmasın o fanus.

Alban Cerisier’nin derlediği Mektuplar adlı kitap, Timaş Yayınları tarafından Haziran ayında yayımlandı. Kitap, Antoine ve Consuelo de Saint-Exupéry çiftinin 1930-1944 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektupların yanı sıra, telgraflar, kartpostallar, fotoğraflar, yazarın ve sanatçı eşinin kendi çizimleri ve gazete kupürlerini içeriyor.

Mektuplar, yine bir başka anlamlı mektupla başlıyor: Çevirmenin Mektubu. Gizem Olcay, hepimizin çocukluğuna eşlik eden ve birer yetişkin olduğumuzda da hep aklımızın bir köşesinde varlığını sürdüren sarı saçlı, boynundan çıkarmadığı uçuşan atkısıyla Küçük Prens’in büyülü tozuna bulaşmanın heyecanını bize bulaştırıyor. Çevirirken bazı bölümlerde zorlandığını samimiyetle itiraf eden Olcay, Mektuplar’ın bir çözümlemesini sunuyor bizlere.

Antoine de Saint-Exupéry ve Consuelo Suncín Sandoval

Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü, çiftin 1930-1940 yıllarını, Güney Amerika, Fransa ve Kuzey Amerika’da bulundukları dönemlerde birbirlerine yazdıkları mektupları içeriyor. Buenos Aires’de başlayan mektuplardan birinde Antoine, hatırladığı bir hikâyeyi değiştirerek Consuelo karşısında duran kendini tasvir ediyor. Consuelo’yu bir hazine olarak nitelendiriyor:

“Bir varmış bir yokmuş, çocuğun biri bir hazine keşfetmiş. Ama bu hazine, anlamayı bilmeyen gözleri ve tutmayı beceremeyen kolları olan çocuk için çok güzelmiş. Bu yüzden çocuk hüzünlü birine dönüşmüş.” (s. 18)

İlk bölümde yer yer sitemkâr, alıngan ama özlem ve sevgi yüklü yazışmalarını okuyoruz. Hatta bazen Küçük Prens’in çiçeğini hatırlatan kaprisler ve derin, yıpratıcı sessizlikleri.

Antoine de Saint-Exupéry Consuelo’ya hazinem, küçüğüm, altın kalemim, civcivim, hırçın sevgilim, çayırdüğmem diye hitap ederken, Consuelo kocasına Aztek ve Mayalar’ın kutsal kuşu olan Ketzal, minik Tonnio’m, adamım, Papou diye başlayan mektuplar yazıyor.

İkinci bölüm Aralık 1940 ile Nisan 1943 arasında New York zamanlarındaki mektupları kapsıyor. Küçük Prens’le çiçeğinin arasına fanusun aşılamaz duvarları girmiş adeta. Antoine arkadaş davetlerine yalnız katılıyor. Her iki taraf da kendini incinmiş hissederken göğüs göğüse çıkılan o aşk dolu huzurlu yolculuk, sırt sırta, huzursuzluklara bürünerek devam ediyor. Mektuplarında yine de aşkın özlem dolu titreşimlerini duyumsuyoruz:

“Consuelo beni neden üzüyorsunuz? Bu acıya daha fazla katlanamıyorum. Artık dönseniz bile bu acı geçmeyecek. Nedenini anlayamıyorum Consuelo çok üzgünüm, Consuelo! Anlayın beni küçük Consuelo’m, sevgilim. Sizi seviyorum. Bu endişeye katlanamıyorum.” (s. 110)

Üçüncü bölüm Nisan 1943 ile Saint Exupéry’nin kaybolduğu Temmuz 1944 arasında Kuzey Afrika, Sardinya dönemlerinin yazışmalarını içeriyor. Dargınlıklar, alınganlıklar bitiyor, yerini çok büyük bir özleme bırakıyor. İkisi de bulundukları ortamlarda kalabalığa rağmen kendilerini yalnız hissediyor. Kavuşma hayaliyle beslenirken daha çok yazmak, daha çok çizmek konusunda birbirlerini sürekli teşvik ediyorlar. Antoine de Saint-Exupéry, Consuelo’nun elinden çıkma bir kap sıcak yemek ve sevecen ilgisinin hasretini çekiyor. Consuelo ise kocasının sonsuz yokluğunda her gün biraz daha bir ağacın kökleri gibi kuruyor:

“Kocacığım sana ihtiyacım var. Kollarında güvende ve korunmuş hissederek uyumaya ihtiyacım var. Senin şefkatinle gece gündüz beslenmeye ihtiyacım var. Senin aşkına susadım. Senin bu sonsuz yokluğunda kurudum, ya da aşkımın gerçeğiyle, duamla ve sebatla. Sen benim bilgem oldun.” (s. 252)

Küçük Prens’in ilk sayfalarında Antoine de Saint-Exupéry kitabını yakın dostu Léon Werth’e ithaf etmesinin ardındaki sebepleri sıralıyor. Son derece hümanist sebepler bunlar. Ne var ki Mektuplar’da, Küçük Prens’i “çiçeğine” ithaf etmemiş olmasından duyduğu pişmanlığı okuyoruz. Savaşın anlamsızlığı, evliliğinin ve ruhunun üzerine kolay kolay çözülmeyecek o sık ağını örüyor. Çevresinde gördüğü ölümler çaresizlik hissini pekiştiriyor. Geride tek başına bıraktığı Consuelo’suna duyduğu hasret, duygularını altüst ediyor. Consuelo, Küçük Prens’in dolaştığı gezegenlerin uydusudur adeta. İthaf da onun hakkıdır.

Yazarın nesnel uzamı Cezayir veya Sardinya’daki birliğiyken öznel uzamı sadece karısının yanıdır. Aslında okur da sanki iki farklı eser arasında gidip gelmektedir. Kâh umutsuzluk kâh hasret ve aşkla yazılmış Mektuplar ana eseri oluştururken, sayfaların altında yer alan notlarla da çiftin yaşamlarına, dost çevresine, diğer biyografik bilgilere yer veren, adeta bundan bağımsız bir ikinci kitabın içine giriyoruz.

Farklı zamanlarda Consuelo’ya yazdığı mektuplarında uçağının denize düşmesinden, denizin dibinde yosun olmaktan duyduğu endişeleri okuyoruz. Sanki ölüme bir davetiye gönderiyor ve ölüm denizde pusuya yatarak Antoine’ı koynuna çekiyor.

Kırgınlıklara, ayrılıklara, sitemlere, kıskançlıklara ve hatta kilometrelerce mesafeye rağmen bir büyük aşkın izini sürdüğümüz Mektuplar beni çok etkileyen bir sonla bitiyor. Hayat, etrafında olan bitene, büyük aşklara aldırmadan kendi yolunda akıp gidiyor. Mektuplar o hayatlardan bizlere kalan en kıymetli belgeler. Ve maalesef mükemmel bir kurmaca hikâye yazarı bile, kendi hayat hikâyesini dilediğince yazamıyor.

Peyman Ünalsın Gökhan