Leylâ Erbil’in ilk okuduğum kitabı Gecede idi.

Künyeye bakmıştım, her kitapta ilk yaptığım gibi: 1968 yılında ilk yayınlanış.

Bakalım nasıl bir kitap?

Gecede, öykü dünyamın evreninde böyle de yazılıyormuş işte diye duracaktı yıllarca. İlk başta okuru biraz zorlayabilecek biçemin dışında, vapurlar, gemiler ve kadın-erkek ilişkileri betimlemeleri aklımda iz olarak kalacaktı.

İlk karşılaşmanın ardından, dokuz yıl sonra Erbil’in ulaşabildiğim tüm kitaplarını aldım ve arka arkaya okudum.

Araya bu kadar mesafe girmesinin sebebini düşünüyorum. Sanırım, bir söyleşisinde[1] bunun cevabını buldum:

“Ben Gecede’nin Türk yazınına bir yıldırım gibi düşeceğini, dost düşman tüm ilgililerin hayranlığını çekeceğini sanmıştım. Bence Türk edebiyatının böyle bir metne gereksinimi vardı. Zamanında kavranmasını ve onaylanmasını istiyordum. Ve ödüle göndermeye karar verdim. Oysa hiç öyle olmadı. Belki modernitenin henüz sırası gelmemişti, belki ben biraz fazla önden koşmuştum.”

Dediği doğruydu, orta halli bir okur için bile hâlâ yeniydi Erbil. Bu arada hiçbir kitabını “ödüle katmaması”, bu kararını sonuna kadar götürmesi de onun ayrı bir özelliği. (Yeri gelmişken, Hakan Bilgin’in, “Herkesin ünlü ama kimsenin fark edilmediği” diyerek betimlediği bu dönemi, herkesin yazar-şair ve bir yerden ödüllü olduğu bu dönem olarak da adlandırabiliriz. Erbil’in ödüller konusundaki fikirleri için aynı röportaja başvurulabilir.)

Yıllardan sonra okuduğum kitabı Eski Sevgili oldu.

Yine önce bir dile, üsluba alışma evresi. Sayfalar geçtikçe bir çarpılma hissi…

Sonra diğer kitaplar; Tuhaf Bir Kadın, Üç Başlı Ejderha, Tuhaf Bir Erkek, Kalan, Karanlığın Günü, Mektup Aşkları

Ve yine o çarpılma. “O”nu nasıl tanımlayabilirdim? Ne ad verebilirdim “o”na?

Bu çarpılma hissini tanımlamak, ad koyarak yerli yerine oturtmak bu metnin nesnelliğini artırmak adına da gerekirdi.

Neydi Erbil’e beni hayran eden ya da bağlayan bu üslup? Neden çok daha erken okumadım dememe sebep?

Erbil’in anlatısındaki “o” şeyi kesinkes tanımlamak için tekrar başa döndüm. Bir o kitabı, bir bunu alarak rastgele sayfalar çevirdim, kenarlarına düştüğüm notlara sarıldım.

Gecede’nin daha ilk öyküsü olan “Vapur”da, ikinci sayfada, yazarın fantastik takılır gibi olduğunu ama aslında bir imada bulunduğunu, hatta ironi yaptığını/yapacak olduğunu yazmışım.

Ve hemen ardından, “halk” tanımı[2] hicivli diye not almışım… Ne kadar olağan üstü bir tanımlama!

Erbil’in cümle kuruşları, ironisi, güncelle bağlantısı, göndermeleri, metinlerarasılıkları, yinelemeleri…

Erbil’i arka arkaya okudukça, özel hayatındaki siyasi görüşü ve dünyaya bakışının, yaşantısının, yazdıklarından hiç de ayrı olmadığını anlayacaktım.

Ama kuru kuruya bir savunu, anlatı değildi onunki.

Kendi düşüncesinin ve kendi gibi düşünenlerin bile hatalarını, yanlışlarını, eksikliklerini düpedüz ortaya seriyordu Erbil… Onun adına, onun iyiliği için “devrim” yapmaya çalışanlara nanik diyen bir toplum, bir işçi “sınıfı” (olmayan bir sınıf), bu amaçla hiç tanımadıkları bir topluma önayak olmaya çalışıp komik duruma düşen devrimdaşlar… İşçi sınıfını bilinçlendirmek için köşkünden ayrılıp varoşa taşınan bir kadın, ama piyanosunu bırakamayıp yanında götüren bir devrimci mesela. (Tuhaf Bir Kadın)

Evet, ilk belirginleşen kavram, eleştirellik ve sosyolojik farkındalık oldu böylece…

Hemen ardından gelen kavram, bu eleştirinin açıkça, hiç de kıvırmadan, hatta dalga geçerek yapılması… Açıklık. Gerçekçilik. Tabii bu gerçekçilik konusu edebiyatta başlı başına bir çamur deryası, onu hızlıca geçmek istiyorum bu yazıda.

Zira Erbil’in dili zaman zaman öyle bir “şiirli” oluyor ki –hatta Tuhaf bir Erkek’i manzume olarak bile değerlendirebiliriz– gerçekçilik ile onun biçemini aynı anda konuşmak tersmiş gibi gelebilir. (Bahsi geçen röportajda Sait Faik’e ilk şiir ve öykülerini gösterdiğinde Sait Faik’in şiirlerini değil öykülerini beğendiğini söyler Erbil. Ama aynı dönemlerde Ahmed Arif ise onun bir şair olduğunda ısrarcıdır. Bu bilgiler doğrultusunda Erbil’in şairlikten pek de vazgeçemediğini söyleyebiliriz sanırım. Şiirle modern öyküyü birbirine yaklaştıran, yakınlaştıran görüşü de analım.)

Oysa hiç de öyle değil deyip bu yazıya devam edeyim.

Kelimelerin cümledeki yerlerini öyle bir değiştiriyor ki cümlenin ortasında devrik bir cümle, sonunda ise bir mısra okuduğunuzu sanıyorsunuz.

Evet, bir üçüncüsü, Erbil’in cümleyle oynayışı… kelimeleri oraya buraya göçürtmesi… eski gibi duran yepyeni kelimeler bulması.

Ve bir başka yön: Kadın olarak Erbil, bu topraklarda, bu kültürde kadın olarak Erbil, ve onun kadın karakterleri… Karşı koyan, soran, toplumun dayattığıyla dalga geçen, kendi olmaklığı direten karakterleri…

bir genç kız olduğumda
sıram da geldiğinde
bir fallusun koynuna verilme sıram[3]

Diyen anlatıcı kadının dili, erkek baskınlığına, toplumun yerleşik “kıskaçlarına” ironisiyle cevap veren, güçlü, hiç de sıradan olmayan bir dil…

Bir kadın olan ben okuru için, aynı topraklarda, aynı kültürde –maalesef halen devam eden aynı kapalı gelenek ve kültürde– olan ben için, ataerkil, kadını aşağılayan, ona nefes hakkı tanımayan bir toplumda yazdıkları, kimimize göre cesur, aykırı bulunan yazdıkları… Bunlar, entellektüel ve düşünen kadın karakterlerdir ama.

Erbil’in sağ-sol vb. gibi çeşitli kutuplara gitmeden orta yere serdiği bu zihniyeti, Eski Sevgili’deki “Biz İki Sosyalist Erkek Eleştirmen” öyküsünde çok net görürüz mesela. Sırf onlarla yatmadığı ya da güzel bulunmadığı için, onlar gibi düşünmediği için, onların eleştirmenliğini eleştirdiği için yazdıkları kötülenen, önü kesilen kadın bir yazar anlatılır bu iki erkek eleştirmenden daha insaflı olanınca, bir iç monolog olarak…[4]

Erbil’in kahramanına anlattırdığı edebiyat çevresi, ülkenin geri kalanı gibi, hiç de masum değildir, kalan satırları okumayı okura bırakalım, ama zafer seven değil, okuma seven okura.

Eski Sevgili‘yi tekrar elime alıyorum: 1977 yayınlanışı. 2011’de ise Kalan yayınlanmış. Çizgisi değişmemiş, verilen kayıpların acısı ve hesabı kapatılmamış, satırların arasına sinmiş… Siyasi figürler kimi zaman flulaştırılıp değiştirilmiş, kimi zaman adıyla tarihiyle yerini almış. Bütün bunlar Erbil’i politik yapmıyor mu? Hatta belki takıntılı… (Tuhaf Bir Kadın‘ın 4. baskıya önsözünde, kendisi de takıntı kelimesini kullanır; Mustafa Suphi olayına takıntım…)

Yapabilir, ama Erbil’in iyi bir yazar olduğunu engellemiyor bu.

Kürtler, Ermeniler, Rumlarla içiçe geçen bir çocukluk ve hayat, onların gönderilişine isyan, onların dışlanması ve gitmeleriyle oluşan boşluk…

Devrimcilerin, komünistlerin, kayıpların, faili meçhullerin unutulmaması…

Şehirlerin eski Roma, Bizans adlarıyla anılması, bu topraklarda Türklerden önce yaşayan bir tarih ve kültür olduğunu sütunları, hamamları, yapıları anlatırken anlatması (Burada Sabahattin Eyuboğlu’nun Mavi Anadoluluğu aklıma geliyor) Mekanların tarihlerini de anlatışı… Milattan önce bilmem kim tarafından, bilmem ne sebeple dikilen… burmalı sütunun (Üç Başlı Ejderha) obeliks taşından anıtın (Kalan) anlatılması vs…

Dini kıssalar, azizler, peygamberler…

Hemen her kitapta karşımıza çıkan şifalı bitki reçeteleri…

Kendi uydurduğu noktalama işaretleri…

Bütün bunlar da onun anlatısının ayrılmaz parçalarıdır; yerli yerine oturttuğu bütün bu parçalar.

Kapalı mıdır Erbil’in üslubu, anlatımı?

Evet, ama yeterince de açıktır. İmleri, bazen de düpedüz açık isimleriyle bütün Türkiye ve Dünya içindedir kitaplarının.

Aradığım “o” kelime, şimdiye kadar adını koyup yukarıda belirginleştirdiğim kelime ve tanımların içinde ve kapsayıcısı olarak şuna dönüşüyor şimdi: Erbil’in bir yazar olarak kendisi oluşu. Gerçek anlamda bir birey / bir kadın birey olmanın bu topraklardaki halini / zorluğunu anlatan, yani içinde bir yarası da olan bir kendilik. Açıkça karşı koymanın cesur, sert ama güzel kendiliği.

Virginia Woolf’un, yazarlar kadar okurlar için de önemli olduğunu düşündüğüm şu cümleleriyle bitirelim: Aceleye gerek yok. Kıvılcım saçmana gerek yok. Kendinden başka kimse olmaya gerek yok.

Nagihan Şahin


[1] Düşler Öyküler Dergisi, Sayı: 4, Mayıs 1997.

[2] “…hiçbir nenden anlamaz, bilmez görünen, öldükleri vakit yerine hemen yenisi konulan acısı hiç çekilmemiş, düşük bıyıklı,suskun, kandırılmaya hazır ve sanıyorum savcıyla yargıcın da önceleri böyle sandığı ama giderek anlamaya başladığı, tek gözü şakacı kalmış bir halkın.” (Gecede, Can Yayınları 3. basım, s.9)

[3] Tuhaf Bir Erkek.

[4] “…Bir yazar gözüne girmeyegörsün -yazarlar da kokuyu almış, göze girmek için sıraya girmişlerdi.- ne yapar yapar öne çıkarırdı adamı. Hele bir karşı çıkan olsun; canından bezdirir, kumdan kumu bıktırırdı, anasından doğduğuna pişman ederdi adamı. Okur da bunu istiyordu sanki. Gerçeği değil, inadı, gösterişi, yazar tepeleyen eleştirmeni, zaferi severdi okur.” (Eski Sevgili, İş Bankası Kültür Yayınları, s.32)