“hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma
            ince hastalık yürek enfarktı kanser filan
işsizlik açlık filan
tren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını
            kuraklık falan” (Nazım Hikmet)

“Çocuklarımız için bir gün, gece olmasın diye hayal ettiğim bu uyarıcı romanı, torunum Lucas Can’a adıyorum.” (Mine G. Kırıkkanat)

Yazıyı Nazım Hikmet’in “Hoş geldin Bebek” şiirinden bir bölüm ile mi Kırıkkanat’ın “Bir Gün, Gece” romanının ithafı ile mi açayım karar veremeyince her ikisine de yer vermeyi uygun buldum. Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri merkez üssü olan 6 Şubat 2023 tarihli depremler sonrasında ulusça depremzedelerin yardımına koştuk, önceliğimiz yaraların sarılması, yaşanan olumsuz koşulların giderilmesi ve iyileştirilmesi oldu. Depremin oluşma koşulları, yıkımı, seyri gibi birçok alanda konunun uzmanları farklı mecralarda her vesile ile açıklamalar yapıyorlar ve çok uzun süre de yapacaklardır. Doğal olan ve beklenen de budur. Yazıda gündeme getirilen ve cevapları aranan soruları zamansal ve konjonktürel olarak uygun bulmayacak okurlar muhakkak olacaktır. Ancak yaşanan deprem sonrasında, maddi, manevi büyük yıkımlara neden olan Türkiye’nin en önemli doğal afeti depreme dair bir kurmaca eser okumadığımı fark edince nedenlerini araştırmaya başladım. Ben mi okur olarak rast gelmemiştim yoksa yazın dünyası için cazip bir konu mu değildi ya da bilerek göz ardı mı ediliyordu? Bunun gibi bir sürü soru aklıma üşüştü. Cevapların kolayca bulunamayacağı bir sorgulama alanı olduğunun da farkındaydım. Yakın çevremdeki yazarlara, dostlarıma ve tanıdıklarıma araştırdığım konuyu belirttiğim mesajlar atıp depremi bir şekilde konu etmiş kurmaca eserleri bildirmelerini istedim. Aldığım iki geri bildirimde üç kitaba yer verilmişti: Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan’ın anlatı türündeki “Bir Yaşama İki Deprem Sığmaz” adlı kitabı, Meral Şurabatır’ın “İlk Önce Yıldızları Gördüm” romanı ile gazeteci Mine G. Kırıkkanat’ın “Bir Gün, Gece” adlı distopik romanı. Bunun üzerine Türkiye’nin on beş büyük yayınevine e-postalar gönderdim ve 1999 depremi sonrası yayımladıkları, depremin konu edildiği eserlere dair bilgi istedim. Yapı Kredi Yayınları iki yayın bildirdi: Yiğit Bener’in “Kırılma Noktası” romanı ile “Cogito” dergisinin Deprem Özel Sayısı. “h2o kitap” yayınevinden gelen cevapta ise “Öteki Sesler” adlı öykü derlemesinde bir öykünün depremle ilgili olduğu, bir de gazeteci Fikret Ercan’ın “Gazetecilikte 3 Patron, 50 Yıl” adlı kitabında 17 Ağustos depremi izlenimlerinin yer aldığı bir bölümün bulunduğu bildirildi. Diğer yayınevlerinden cevap gelmedi. Ayrıca deprem kuşağındaki diğer ülkelerin edebiyatlarında, özellikle Japon edebiyatında, depremin ne kadar konu edildiğinin de araştırılması soruları çoğaltacak, belki de bazı soruların cevaplanmasına yol açacaktır.

Öncelikle bu konunun benim için neden önemli olduğuna açıklama getirmeliyim. 1999 Gölcük depremi üzerinden yirmi üç yıl geçti ve bu sürede başka yıkıcı depremlere şahitlik etmiş olmamıza rağmen Kahramanmaraş depreminde de benzer problemlerle karşılaştık, aynı konuları konuşuyor adeta dejavu yaşıyoruz. Nesiller arası aktarımın iki kuşak sonra kesildiği ve aynı sorunlarla yeniden yeniden karşılaşıldığı için daha önceki depremlerde yaşananlar, şahitlikler, gerçekler, göz ardı edilenler, hiç gündeme getirilmeyenler, kapalı kapılar ardında konuşulanlar, komplo teorileri ile bulandırılanların kayıt altına alınması ve unutturulmamasının bir görev olduğuna inanıyorum. Sadece unutturmamak amacıyla da değil, günübirlik yaşam kaygıları içinde göz ardı edebileceğimiz imar affı, kaçak yapılaşma gibi hukuka ve bilime aykırı pek çok uygulamayı fark etmek ve duruş sergileyebilmek için de hayati bir konu. Kısa sürede çözümlenebilecek sorunlar olmadığının ayırdındayım. Ancak kartopu da kar toplaya toplaya çığa dönüşüyor. Yine de sormam gerekli biliyorum: Edebi metinler hafızamız olmalı mıdır, okurunu uyanık tutmalı mıdır?

Araştırmalar, bilimsel çalışmalar fazlaca didaktik ve genelde kuru anlatımlardır. Uzun saatler göçük altında kalan, ağzı burnu toprak dolu, zar zor nefes alan, hiçbir uzvunu kıpırdatamayan, acılar içindeki bir depremzedenin dili olabilirler mi? Göçük altından gelen imdat çığlığına koşan kurtarıcıların saatlerce uğraş verdikten sonra ulaştıkları depremzedeyi göçükten çıkarmak için uzuvlarını kesmek zorunda kaldıkları anın duygu yoğunluğunu, psikolojik atmosferini aktarabilirler mi?

Bir üçlemenin ilk kitabı olan “Bir Yaşama İki Deprem Sığmaz”ı okuduğumda şunu fark ettim: 17 Ağustos 1999 depremini Ankara’da yoğun hissetmeme ve çalıştığım bakanlıkta bölümümden dolayı diğer ülkelerden gelen birçok yardım önerileri ile geçmiş olsun dileklerini bildiren mektupları çevirip cevaplar yazmama rağmen yaşadıklarımı, yaşananları unutmuşum, izi kalmamış. Ayrıca fark ettim ki depremi anlatmak ya da deprem üzerine yazmak aslında ekonomik, siyasal, hukuksal, toplumsal birçok iç içe geçmiş konu üzerinde kafa yormak, suya sabuna dokunmak, insana insanı tüm gerçekliğiyle açmak, hamasetten uzaklaşmak, kendinle de yüzleşmek demek. Öyle de olsa sahih yazar çağının tanığı olmalı mıdır ya da tanıklık ettiği çağın anlatıcısı olmalı mıdır?

Kurt Vonnegut, asker olarak katıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düşer ve Dresden’deki esir kampına gönderilir, yirmi beş yıl sonra yaşadıklarını anlatmak üzere kaleme aldığı “Mezbaha Beş” romanında savaşın kısmen kitaplar ve filmlerle teşvik edildiği savını ortaya atar, bunu da Hukuk Doktoru Charles Mackey’in “Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı” kitabından Haçlı Seferlere dair bir değerlendirmeye yer vererek destekler:

“Ciddi tarih bize Haçlıların cahil vahşiler olduğunu, dürtülerinin mutlak yobazlık, seçtikleri yolun kan ve gözyaşı olduğunu söyler. Macera edebiyatıysa, gelgelelim, bunların dindarlık ve kahramanlıklarını yüceltir, erdemlerini ve cesaretlerini, kendileri adına kazandıkları sonsuz şerefi ve Hıristiyanlığa yaptıkları büyük hizmetleri en pırıltılı ve duygulu renklerle tasvir eder.” (Mezbaha 5, s. 25)

Bunun üzerine soralım: Siyasetçilerin, toplum liderlerinin ve halkın takdiri ilahi olarak gördüğü “deprem” doğal afetini, toplumun bir parçası olan aydınlar ve yazarlar da aynı şekilde mi görüyorlar? Büyük yıkımların ve yaşanan dehşetengiz olayların yazılabilmesi için tıpkı Vonnegut gibi yazarın olayın sıcaklığından uzaklaşmaya, belli bir zamanın geçmesine mi ihtiyacı vardır?

“Bir Yaşama İki Deprem Sığmaz” kitabında Ahmet Ercan ile uzman doktorlar arasında geçen konuşmaya kulak verelim:

Ercan: “Akut gerginlik üç kuşak gitmez diyorlar doğru mu?”

Doktor: “Doğru ancak azalarak.”

Ercan: “Bu durumda 2100 yılına dek bu bölgede deprem korkusu sürecek demektir.”

Doktor: “Eğer, bu arada başka yıkıcı deprem olmazsa, doğrudur.”

Ercan: “Bana göre olacak, hem de birkaç tane.” (s. 322)

Depremi yaşayanlar, şahit olanlar ve yazarlar için depremleri yok saymak hiçbir zaman azalmayacak bir akut gerginlik ile başa çıkmaya çalışmanın bir yolu mudur?

Ahmet Ercan 1999 Gölcük depreminden on gün ve bir hafta öncesinde iki kez televizyon ekranlarından: “Deprem en geç bir hafta, bilemediniz bir ay içinde olur,” diyerek uyarılarda bulunmuş. Hiçbir tepki gelmemiş. Kitabında bildiriyor, unutulanı hatırlatıyor okurlarına. Henüz uzun erimli sorunlara endişelenecek şekilde evrilmemiş olan beynimizin bu yetisinden istifade etmek, unutulanı hortlatmamak olabilir mi amaç?

Bu konuyla Kocaeli Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü öğretim görevlisi, araştırmacı, yazar Dr. Kadir Yüksel’in de ilgilendiğini öğrenince Youtube kanalımda çok yakında bir söyleşi gerçekleştirdim. Uzun söyleşimizde Yüksel’in anlattıklarından damıttıklarım ise şöyle: Yazar ilk öykücülerimizden başlayarak 2010 yılına kadar yayınlanan ulaşabildiği öykü kitaplarını, romanları ve tiyatro eserlerini taramış, iki yılını ayırmış bu araştırma için. Bugüne kadar depremi konu edinen yaklaşık yüz öykü yazıldığını tespit etmiş ve yazınımızda bir benzeri olmayan “Fay Boşluğu” öykü seçkisini hazırlamış. Öyküleri deprem öncesi, deprem esnasında ve deprem sonrasında yaşananları, depremin ruhlarımızda açtığı yaraları konu almalarına göre gruplandırarak seçkisinde sıralamış. Kitapta yer alan öykülerin yarısından fazlası 1999 depremi sonrasında kaleme alınmış. Seçkide Ahmet Ümit, Hakan Şenocak, Erendiz Atasü, Karin Karakaşlı, Barış Bıçakçı, Fadime Uslu gibi öykücüler yer alıyor. Şenay Eroğlu Aksoy’un son kitabı “Sardunyalar’ın Kışı”nda bir öykü sadece depremle ilgiliymiş. On üç sayı yayınlandıktan sonra yayın hayatına son verilen “Üçüncü Öyküler” Dergisi için deprem özel sayısı yapmışlar. Sait Faik Abasıyanık’ın “Havada Bulut” öykü kitabında bir öykü, Samim Karagöz ile Halikarnas Balıkçısı’nın birer öyküleri var depreme dair, bunlar tekil öyküler, Dinar ve Erzincan depremleri sonrasında yazılan. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Erzurumlu Tahsin” öyküsünü de unutmamak gerekliymiş.

“Tanpınar’ın 1923-1924 yıllarında Erzurum’da bulunduğu sıralarda yaşanan büyük depremin izlenimlerine dayanarak yazdığı Erzurumlu Tahsin gerçekçi çizgilerine rağmen, büyük felaketler karşısında dünya nimetlerinden vazgeçip bir meczup haline gelen Tahsin Efendi’yi anlatır.” (link)

Sevgi Özel “Yıldızlar mı Suçluydu?” romanında Marmara depremini anlatmış. Çiğdem Sezer’in 17 Ağustos 1999 gecesi saat 03:02’de başlayan “Aşklar ve Baharatlar” adlı romanı, bir yanı ile ülkeyi sarsan bu felaketi çok boyutlu irdelerken bir yanı ile de bireyin iç çatışmalarını, tinsel açmazlarını sorgulamış. Mahir Ünsal Eriş ise bir ikindi kahvaltısına gelemeyen Güneş’in hikâyesiyle yola koyulmuş, oradan Yalova Depremi’ne de ulaşmış “Dünya Bu Kadar” adlı romanıyla. 12 Eylül 1980 ve 17 Ağustos 1999, askeri darbe ve İzmit depremi, mücadeleler, zulümler, sevdalar, krizler, işsizlikler atlamalı kurgu ile yer alıyormuş Zafer Köse’nin “Sarsılmak” adlı romanında.

Yüksel, depremin tiyatro eserlerinde daha sıklıkla işlendiğini belirtti. Nazım Hikmet’in üç perdelik “Evler Yıkılınca” oyununun ana konusu kan davasıdır, üçüncü perdede deprem olur ve kan davalıları birbirlerine yardım ederken bulurlar kendilerini. Dinar depremi sonrası Erkan Yücel halk oyuncularıyla birlikte “Deprem ve Zulüm” adlı oyunu yazmış ve sergilemişler. Vedat Türkali İstanbul’da yaşanacak olası depremi oyunlaştırmış “Şeytanın Kaşık Oyunları”nda. Behiç Ak’ın “Fay Hattı”, Üstün Dökmen’in “Depremzadeler Mahallesi”, Sema Göktaş’ın “Yerin Altında” adlı distopik oyunu, Taner Büyükorman’ın “Geriye Kalanlar”ı, Ali Ömür Ulusoy’un “Rasat Zamanı” 1999 Ağustos depremi sonrasında yazılmış oyunlar arasında sıralanabilir.

Sorular da, eserler de muhakkak çoğaltılacaktır. Sorular sorduğumuz, gerçeklerden kaçmadığımız cesaretli günlere uyanmak ise dileğim. Çok yakın gelecekteki nesillere bir uyarı olsun diye 2015 yılında ilk basımı yapılan “Bir Gün, Gece” kitabından beni çok etkileyen bir alıntı ile bitirmek istiyorum yazıyı. 8 şiddetinden daha büyük bir deprem yaşayan İstanbul üzerinden Türkiye’nin yüz yüze kalacaklarını aktaran kurguyu gerçeğe yakın bulduğum için paylaşmak istiyorum. Deprem sonrasında Brüksel’de Avrupa Komisyonunda çeşitli önemli pozisyonlarda görev yapan beş kişi gözden uzak konutlarından birinde bir araya gelirler, yine Komisyonda önemli görevi olan annesi Türk, babası Fransız Mr. Sinan Laforge’a durumu aktarırlar.

“Türkiye’yi eleştirmek istemiyorum, zaten zamanı değil… kurduğu cumhuriyet rejimi tüm dünya tarafından kabul edildi ve saygı duyuldu egemenliğine. Ama Türkiye, bugün sürekli ekonomik krizde, boğazına kadar borca batmış ve bir doğal afetin altında kalıyorsa…” (Bir Gün, Gece, s. 41)

Songül Öztürk

Kaynakça

Nazım Hikmet Ran, Bütün Şiirleri, YKY Yayınları

Mine G. Kırıkkanat, Bir Gün, Gece, Kırmızı Kedi Yayınevi

Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, Bir Yaşama İki Deprem Sığmaz, Parafiks Yayınevi

Kurt Vonnegut, Mezbaha Beş, Can Yayınları

Kadir Yüksel ile söyleşi (Link)

Kadir Yüksel, Fay Boşluğu, Alakarga Yayınları